Etrafımda gördüğüm herkesin dış dünyada ritmi aynı:
sabah oluyor akşam oluyor
pazartesi oluyor cuma oluyor
ayın başı oluyor sonu oluyor
2010 oluyor 11 oluyor
Zamanla ilgili söyleneler aklımda:
Zaman sana uymazsa sen zamana uy
Vakit nakittir
Terazi tartıyla, herşey vaktiyle ölçülür.........
Bu kadar baskı altında kalbim sıkışıyor. Halbuki toplumun uyguladığı zamanın içinde insanların iç zamanı yok. Her insan başlı başına kendi zaman parametreleriyle yaşar:
Farklı sürede öğrenir, bazı şeyleri hiç öğrenmez.
Farklı vadelerde karar verir.
Farklı yaşlarda evlenir - boşanır.
Farklı yaşlarda ölür...
Toplum her ne kadar eğitim yaşı - iş yaşı - doğurganlık yaşı - gençlik yaşı ile etrafımızı sarsa da "hissettiğimi yaşamak için hissettiği yaşta kalmalıyım" demek lazım. Hiç spor yapan biri kendini yaşlı hissettiğini söyler mi? Yaşından ötürü yorgun hissedebilir ama yaşlı hissetmez. Hiç yaşlı bir insanın üniversite arkadaşıyla sohbetine tanık oldunuz mu? O enerji sizin arkadaşınızla kurduğunuz enerjiye o kadar benzer ki hayret edersiniz.
Bazı şeylerin yaşı yoktur. Sevdiğiniz işi yapmanın da yaşı yoktur. O kadar seversiniz ki iş olarak bile görmezsiniz. Mutluluktur sizin için. Derler ya sevdiğin işi yap ya da yaptığın işi sev. Zamanla ilgili bir çok sözden daha önemli geliyor. Pek mi mümkün bilmiyorum ama kim bunun olmasını istemez ki. Sadece isteklere ayıracak vakit yaratayım derken duvarlara çarpmak bozuyor herşeyi. Ama inanıyorum bir yolu vardır. Belki bakış açımızı değiştirerek...
Ben sevdiği işi yapan, sevdiği uğraşlara vakit ayıran insanları gördüm mü mutlu oluyorum. Ve gelecek sene için de herkese mutlu olduğu yerde olmayı temenni ediyorum.
Herkese bol kıymetli zamanlı ve umulmadık mutluluklarla dolu iyi sen(e)ler!
DOKUNULAMAYAN KAYIP DÜŞLER VE DÜŞÜNCELER GÜNEŞİN KUMLARI YALADIĞI MAVİ - YEŞİL BİR SAHİLDE BULUNMAYI BEKLİYOR ASLINDA..
31 Aralık 2010 Cuma
24 Aralık 2010 Cuma
Camille ve bahçedeki toprak
Bir kadın deliliği toprak, toprağı insan gibi yoğurur mu?
Bu şekilde başlayıp dahasını yazmak istiyorum fakat yazdıklarım çok ipucu verir ya da anlatır hikayeyi diye korkuyorum.
Bu gece iyi, herkesin anladığı birinci tekil anlamıyla iyi bir performans izledim. Camille Claudel'in hayatını konu alan bu oyun her anlamda iyiydi. Oyunun yazarı Eda Erdem'in anlatımı da dahil her şey incelikli düşünülmüştü bir kere:
Dekor ne bir eksik ne bir fazlaydı ve ışık desteğiyle çok güzel bir noktaya taşınıyordu. ( Aykut Beysi'nin ellerine sağlık)
Kostüm verilmek istenen imajı vermekten ötede dikkat çekmeyen ve bu sayede doğru dedirtecek incelikte seçilmiş ve dikilmişti.
Video art yoluyla anlatılan sanat - aşk ve benlik ilişkisi ( bu şekilde üstü kapalı geçiyorum izlemek isteyenlere mani olmamak için.) çarpıcı, derdini anlatan kurgusuyla oyunda taşıyıcı bir yerde duruyordu.
Oyun üzerinde yarattığı yorumu efekt - müzik - video çalışması ve oyun yönlendirmelerinden olduğunu tahmin ettiğim sahnelerde taşıyan yönetmense Kaan Basmacıoğlu.
Ama asıl taşıyıcı Ebru Atilla Sagay tüm bunları sahnede taşıdı, kullandı, vurguladı, ördü, yoğurdu...
Ebru'nun performansı öyle mukayese kabul eder cinsten değil. Şahsına münhasır, içinde kaybolunan, ışıl ışıl, hüznünde bile enerji dolu ve izlediğim başka tek kişilik performanslarla pek kıyaslamak istemediğim kadar iyi. Kıyaslamak istemem çünkü çok farklı. Oyunun ritmini, yerleşimini, zaman geçişlerini elinde tuttu sürekli. İfadelerin hatta deliliğin - aşkın - hüznün - sanatın başladığı noktaların ve kısım kısım değişimin ileri geri sarmalarını çok güzel verdi.
Aklıma oyundan sonra yazmak için çok satırlı cümleler geliyor ama Eda Erdem'in cümlelerinden sonra bunu yapmak istemiyorum. Sadece oyunun sonuna gelicem:. Bir anda o heykellerin arasında çağrışımlar diyarına sürüklendim:
Hatırladığım bir Kapadokya gezisinde ışıl ışıl bir kız vardı. "Kapadokya" - "topraktan yoğurulanlar" ve Ebru... Hayat pek tuhaf. Oyunun sonunda gözlerim dolarak tebessüm ettim. Bir kadın benliği ve iradesiyle heykeli, bir diğeri tiyatroyu seçmiş.
Dip not: Çıkarken kulağıma bunun mutlaka reklamı yapılmalı diyenler oldu fakat malesef tiyatro sadece tiyatro severler içindir. Eğer İzmir'deyseniz veya yine İstanbul'a turnesi olursa takip edip izlenmeli. Mutlaka ama...!
Bu şekilde başlayıp dahasını yazmak istiyorum fakat yazdıklarım çok ipucu verir ya da anlatır hikayeyi diye korkuyorum.
Bu gece iyi, herkesin anladığı birinci tekil anlamıyla iyi bir performans izledim. Camille Claudel'in hayatını konu alan bu oyun her anlamda iyiydi. Oyunun yazarı Eda Erdem'in anlatımı da dahil her şey incelikli düşünülmüştü bir kere:
Dekor ne bir eksik ne bir fazlaydı ve ışık desteğiyle çok güzel bir noktaya taşınıyordu. ( Aykut Beysi'nin ellerine sağlık)
Kostüm verilmek istenen imajı vermekten ötede dikkat çekmeyen ve bu sayede doğru dedirtecek incelikte seçilmiş ve dikilmişti.
Video art yoluyla anlatılan sanat - aşk ve benlik ilişkisi ( bu şekilde üstü kapalı geçiyorum izlemek isteyenlere mani olmamak için.) çarpıcı, derdini anlatan kurgusuyla oyunda taşıyıcı bir yerde duruyordu.
Oyun üzerinde yarattığı yorumu efekt - müzik - video çalışması ve oyun yönlendirmelerinden olduğunu tahmin ettiğim sahnelerde taşıyan yönetmense Kaan Basmacıoğlu.
Ama asıl taşıyıcı Ebru Atilla Sagay tüm bunları sahnede taşıdı, kullandı, vurguladı, ördü, yoğurdu...
Ebru'nun performansı öyle mukayese kabul eder cinsten değil. Şahsına münhasır, içinde kaybolunan, ışıl ışıl, hüznünde bile enerji dolu ve izlediğim başka tek kişilik performanslarla pek kıyaslamak istemediğim kadar iyi. Kıyaslamak istemem çünkü çok farklı. Oyunun ritmini, yerleşimini, zaman geçişlerini elinde tuttu sürekli. İfadelerin hatta deliliğin - aşkın - hüznün - sanatın başladığı noktaların ve kısım kısım değişimin ileri geri sarmalarını çok güzel verdi.
Aklıma oyundan sonra yazmak için çok satırlı cümleler geliyor ama Eda Erdem'in cümlelerinden sonra bunu yapmak istemiyorum. Sadece oyunun sonuna gelicem:. Bir anda o heykellerin arasında çağrışımlar diyarına sürüklendim:
Hatırladığım bir Kapadokya gezisinde ışıl ışıl bir kız vardı. "Kapadokya" - "topraktan yoğurulanlar" ve Ebru... Hayat pek tuhaf. Oyunun sonunda gözlerim dolarak tebessüm ettim. Bir kadın benliği ve iradesiyle heykeli, bir diğeri tiyatroyu seçmiş.
Dip not: Çıkarken kulağıma bunun mutlaka reklamı yapılmalı diyenler oldu fakat malesef tiyatro sadece tiyatro severler içindir. Eğer İzmir'deyseniz veya yine İstanbul'a turnesi olursa takip edip izlenmeli. Mutlaka ama...!
Fren mesafesi veya hayat
Motosiklet kullandığım zamanlarda öğrendiğim güzel bir söz vardır: "Ne kadar hızlı gittiğini frene basınca anlarsın".
Mesafe ölçümü ile dengelenen, diğer yandan aracın manevra ve kabiliyet dahilinde hareketlerini planlamanızı gerektiren belirli değişkenler vardır. Mesela, yolda kendinize belirli bir nokta seçin. Önünüzdeki araç o noktayı geçtikten sonra 5 saniyeye denk gelecek şekilde sayın. Eğer 5'i bitirmeden aynı noktayı siz de geçerseniz aradaki mesafe azdır ve bu tehlike yaratıyor demektir. Bitirince geçiyorsanız yola devam. Ancak sıkıntımız burada bitmedi: Kendini, çok değil, 500 cc sanan bir 125 cc motorunuzu 120 ile titretiyorsanız o ince tekerlekler öndeki araç fren yaptığında sizi önce asfalta oradan da sürüklenerek o aracın tamponu altına yollayabilir. Biraz şanslıysanız jilet gibi kesen bariyerlere dikey bir açıyla çarpar ve kırıklarla kurtulursunuz. O da korumaları takmak kaydıyla. Yok montunuz botunuz falan eksikse asfalt yanığı iyileşmiyor. Kask da eksikse asfalt yanığı son probleminiz.
Yani burada önemli olan ilk nokta kişisel donanım. Motosikletin üzerindeyken eldiven - kask - mont - bellik - pantalon - bot... tam tekmil hazır olmak. Hatta uzun süre kullananlara ileride işitme kaybı yaşamamaları için kulak tıkacı tavsiye ediliyor. Demek ki neymiş, yola çıkarken kendi güvenliğini sağlayacak donanımı sağlamak gerekiyor.
Kişisel donanımdan sonra gelelim alt yapı yani motosikletinize. Alt yapının en önemli yönü donanımı destekleyecek kabiliyetlere sahip olmasıdır. Yani motosikletinizi bu anlamda kabiliyetli yapan tek şey büyüklüğü değildir. Manevra kabiliyeti, yol tutuşu, titreşimi size hissettirmeyecek motor hacmi ( gerçi o hep hissediliyor ) , fren sistemi ( mümkünse ABS'li olmalı ), koruma demirleri ( düşme anında bacağın motorun altında kalıp kopmasını engeller o bakımdan...), arka ve yanlarda case'ler yani bagajlar ( yeri geldiğinde onlar da koruyor ama tek kişi binin, aksi halde arka case düşme anında ardçı dediğimiz sürücü arkasındaki kişinin motordan kurtulmasını engeller). Diyelim ki motor da donanımlı, o zaman güvenlik bir ölçüde artıyor ve size hem konfor hem de rahat bir sürüş sağlıyor. Sürüş esnasında yüzümüzü güldüren bir şeydir bu.
Bu koşullarda çıktınız yola. 5 saniyelik güvenli sürüş mesafesini de koruyorsunuz... Geldi sıra güvenlik çemberine. Güvenlik çemberi çok hayati, bildiğiniz gibi değil! Etrafınızdaki her şey size belirli bir mesafede durmazsa yer yön koordinasyonu riske girdiğinde önce çemberden sıkıntıya düşersiniz. Bu yüzden daraltmamaya dikkat etmek lazım. Nasıl olacak? Etrafınızdaki tüm araçlar ve cisimlerle aranızda belirli bir mesafede kalmaya çalışın. En sağ şeritteyseniz bariyerle bile mesafeli olun. Oluşabilecek kontrol dışı bir durumda risk yaratmaması için özen gösterin.
Kişisel güvenlik - motosiklet güvenliği ve yol güvenliği tamam. Peki gaza basmanın vakti midir? Vaktidir. Ama o gaza çapınız kadar basmalısınız, asla unutmayın.
Zira çok hızlıysanız ve frene basınca bunu fark edenlerdenseniz ya hayatınızda ilk defa hız yapıyorsunuzdur ve bu tecrübesiz haller sizin en yakındaki cisme çarpmanıza neden olur ya da motorun gaza gelme vitesine atmışsınızdır yine neticede en yakındaki cisme çarparsınız.
Kısaca o gaz var ya o gaz... dikkat etmezseniz canınıza mal olmasa da değerinize, sağlığınıza, vırtınıza zırtınıza mal olur. Dikkat, burada en önemli nokta "vırt zırt"... kaçırmayalım lütfen!
Mesafe ölçümü ile dengelenen, diğer yandan aracın manevra ve kabiliyet dahilinde hareketlerini planlamanızı gerektiren belirli değişkenler vardır. Mesela, yolda kendinize belirli bir nokta seçin. Önünüzdeki araç o noktayı geçtikten sonra 5 saniyeye denk gelecek şekilde sayın. Eğer 5'i bitirmeden aynı noktayı siz de geçerseniz aradaki mesafe azdır ve bu tehlike yaratıyor demektir. Bitirince geçiyorsanız yola devam. Ancak sıkıntımız burada bitmedi: Kendini, çok değil, 500 cc sanan bir 125 cc motorunuzu 120 ile titretiyorsanız o ince tekerlekler öndeki araç fren yaptığında sizi önce asfalta oradan da sürüklenerek o aracın tamponu altına yollayabilir. Biraz şanslıysanız jilet gibi kesen bariyerlere dikey bir açıyla çarpar ve kırıklarla kurtulursunuz. O da korumaları takmak kaydıyla. Yok montunuz botunuz falan eksikse asfalt yanığı iyileşmiyor. Kask da eksikse asfalt yanığı son probleminiz.
Yani burada önemli olan ilk nokta kişisel donanım. Motosikletin üzerindeyken eldiven - kask - mont - bellik - pantalon - bot... tam tekmil hazır olmak. Hatta uzun süre kullananlara ileride işitme kaybı yaşamamaları için kulak tıkacı tavsiye ediliyor. Demek ki neymiş, yola çıkarken kendi güvenliğini sağlayacak donanımı sağlamak gerekiyor.
Kişisel donanımdan sonra gelelim alt yapı yani motosikletinize. Alt yapının en önemli yönü donanımı destekleyecek kabiliyetlere sahip olmasıdır. Yani motosikletinizi bu anlamda kabiliyetli yapan tek şey büyüklüğü değildir. Manevra kabiliyeti, yol tutuşu, titreşimi size hissettirmeyecek motor hacmi ( gerçi o hep hissediliyor ) , fren sistemi ( mümkünse ABS'li olmalı ), koruma demirleri ( düşme anında bacağın motorun altında kalıp kopmasını engeller o bakımdan...), arka ve yanlarda case'ler yani bagajlar ( yeri geldiğinde onlar da koruyor ama tek kişi binin, aksi halde arka case düşme anında ardçı dediğimiz sürücü arkasındaki kişinin motordan kurtulmasını engeller). Diyelim ki motor da donanımlı, o zaman güvenlik bir ölçüde artıyor ve size hem konfor hem de rahat bir sürüş sağlıyor. Sürüş esnasında yüzümüzü güldüren bir şeydir bu.
Bu koşullarda çıktınız yola. 5 saniyelik güvenli sürüş mesafesini de koruyorsunuz... Geldi sıra güvenlik çemberine. Güvenlik çemberi çok hayati, bildiğiniz gibi değil! Etrafınızdaki her şey size belirli bir mesafede durmazsa yer yön koordinasyonu riske girdiğinde önce çemberden sıkıntıya düşersiniz. Bu yüzden daraltmamaya dikkat etmek lazım. Nasıl olacak? Etrafınızdaki tüm araçlar ve cisimlerle aranızda belirli bir mesafede kalmaya çalışın. En sağ şeritteyseniz bariyerle bile mesafeli olun. Oluşabilecek kontrol dışı bir durumda risk yaratmaması için özen gösterin.
Kişisel güvenlik - motosiklet güvenliği ve yol güvenliği tamam. Peki gaza basmanın vakti midir? Vaktidir. Ama o gaza çapınız kadar basmalısınız, asla unutmayın.
Zira çok hızlıysanız ve frene basınca bunu fark edenlerdenseniz ya hayatınızda ilk defa hız yapıyorsunuzdur ve bu tecrübesiz haller sizin en yakındaki cisme çarpmanıza neden olur ya da motorun gaza gelme vitesine atmışsınızdır yine neticede en yakındaki cisme çarparsınız.
Kısaca o gaz var ya o gaz... dikkat etmezseniz canınıza mal olmasa da değerinize, sağlığınıza, vırtınıza zırtınıza mal olur. Dikkat, burada en önemli nokta "vırt zırt"... kaçırmayalım lütfen!
20 Aralık 2010 Pazartesi
Acaba? - Banu Avar'ın derlediği yazı ve ..
Wikileaks'i hiç merak etmedim. Medyanın kendine ve el sürülemez noktalara kumpas yapmasıyla ilgili suni tenefüs çabalarından haz etmediğim için bunu da kulaktan dolma dinledim. Her zaman medyanın taraflılığına inancım ve isterse susturulabilir olduğunu dünya çapında defalarca görmem ve okumam yetiyor. Genel kanılarda internet çağını gözlerinde fazla büyütüyor ve özgürlükler diyarında koştuğumuzu varsayıyorlar. Külliyen yalan! Eskiden basın da, bireyler de, toplumlar da bundan daha özgürdü. Şimdi ortada her şeyi söylüyormuş gibi yapıp hiçbir şey söylemeyen yığınlarız. Bunu kademeli olarak öğrendik. Sanal alemlerde ilgi odağı olmakla hayata dair bağlarımızı zedeliyor ve her daim ortada olduğunu düşündüğümüz bilgi akışına bağımlılığımız yüzünden hafızamızı bile kullanmayı reddediyoruz. Yani saatlerimizi internette haberleşerek geçirdiğimizden yüz yüze iletişimi azaltıyor ve "aradığım her şey internette var" diyerek kafamızın içine bilgi yerleştirmeyi erteliyoruz. İşte bu otluğun getirdiği şey sadece iradeli teslimiyet. Özgürlüğü pdf.te gördüğü gökyüzünde arayan yığınlar...
Bu zihniyet insanı ya ot yapar ya da paranoyak. Neye inanacağız neye inanmayacağız? İşte bu yüzden modası geçmeyen tek şey bilgi. Şüphecilik asla "ben tahmin etmiştim zaten" mahallesine ait değildir. Şüphecilik merakı ve araştırmayı getirirse derinleşebilir. Banu Avar şüphelenecek kadar bilgili ve tecrübeli bir haberci - yazar ve programcı. Aynı zamanda şüphelerine gerekçeler bulacak akdar da araştırmacı. Bu yüzden aşağıdaki yazıyı okurken hem Wikileaks'i hem de bu bakış açısını okumak lazım.
ŞİMDİ SIRA 'SIZINTI MEDYASI'NDA! 15.12.2010
Assange yeniden gündemde… Serbest mi, nezarethanede mi? Wiki sızıntıdan ayrılanlar Openleaks kuruyorlar… Daha fazla sızıntı ortalığa yayılacak… Artık iyice deşifre olmuş olan medya devleri, ‘kontrollü sızıntıyla’ ‘şeffaf’ MIŞ gibi yapacak!
Aslında Assange ve wiki sızıntı olayı bize küresel medyayı görmemiz için mükemmel bir ayna.
Biri büyük medyada parlatılır, ‘şekillendirici bilgi’ ortalığa yayılır…
Kanada’dan yayın yapan Global reseach adlı sitede Prof Michael Chaussodovsky dün Assange ve ‘şekillendirici bilgi’ konusunda bir yazı yazdı.
Assange’ın ‘Avrasya ve Orta Doğu’daki baskıcı rejimler’ söylemini, renkli devrimlere meraklı Amerikan elitinin söylemiyle büyük benzerlik taşıdığını vurguladı ve özellikle Assange’ın ABD istihbaratıyla olan ilişkisinin altını çizdi.
Küresel elitin yayın organlarında çarşaf çarşaf reklamı yapılan site ve sahibi Assange’ın
Büyük medyadaki röportajlarından bir derleme sunan Prof Chauossodovsky, Assange’ın söylemlerinin Soroscu Turuncu darbe imalatçılarıyla birebir örtüştüğünü anlatıyor ve Assange’ın tüm röportajlarda şu cümleyi tekrarladığını vurguluyor:
‘Hedefimiz, Çin’deki, Rusya ve Orta Asya’daki baskıcı rejimlerdir.’ (The New Yorker 7 haziran 2010)
Sızıntıların küresel medyada kopardığı fırtınaya dikkat çekilen yazıda, The New York Times bağlantısı irdeleniyor.
‘Amerika’nın şirket medyası ve özellikle CFR, (Dış İlişkiler konseyi), Washington düşünce kuruluşları ve Wall Street’le olan yakın bağıyla, New York Times gazetesi, küresel güç odaklarının merkezinde yeralır.’
Böyle bir gazete nasıl oluyor da ‘şeffaflık’ havarisi bir pozda, wiki sızıntıları yayıyor ve Assange’a göğsünü siper ediyor? Profesörün sorusu bu.
Üstelik sızıntılar sızmadan önce sisli eller tarafından redakte ediliyor…Bu bilgiyi ‘New York times’ın Washington temsilcisi David E: Sanger veriyor:: ‘ Tüm materyali dikkatle inceledik ve hatta 100 civarında konuşmayı ABD hükümetine göndererek herhangi bir redaksiyon isteyip istemediklerini sorduk!’
Medyada bilgi kirliliği yaymakla ünlü The New York Times wiki sızıntıları ‘düzenleyip’ ardından sayfalarını açınca bir anda politik aparattan sesler yükseliyor ve Rockefeller’in New York Times’ı ‘komplocu’ ilan ediliyor…
Assange’ın işbirliği yaptığı New York Times’ın Washington temsilcisi, David Sanger ilginç bir isim.Bu güne kadar küresel elitle yakın ilişkisi gizlenemez boyutta. Amerikan derin yapılanması CFR’nin ve Aspen Strateji enstitüsünün üyesi. Bu örgütler Madeleine Albright, Condolezza Rice, eski CIA başkanı John Deutsch Dünya bankası eski başkanı R. Zoellick’e de evsahipliği yapıyor.
Assange’ı ‘parlatan’ diğer gazeteciler de sanger’den farksız. Onlarında çoğu CFR ile ilişkili.. Time dergisinden Richard Stengel, The New Yorker’dan Raffi Khatchadurian gibi…
Bu gazetecilerin ortak yanları, yıllardır CFR politikaları çerçevesinde yazılar yazmaları.. Özellikle David Sanger, 2005’den beri İran’ın nükleer hırsları’ konusunu işlemekte ve öne çıkarmaktaydı. Bu çalışmanın sonucunda konuyla ilgili ‘sızıntıları’ Uluslar arası atom Enerji ajansına ve devlet birimlerine yollamıştı. Çalışmaları BM Güvenlik teşkilatınca değerlendirilmiş ve İran’a yaptırımlar bu sürecin sonunda başlamıştı!
Pakistan’da sızıntılardan payını almıştı ve ‘Afgan Talibanlarıyla ilişkisi ve El Kaide’ye yardımları’nı belgeleyen sızıntılar nedeniyle, Amerikan askerlerine Afganistan Pakistan arasında geniş hürriyet sağlamıştı
Prof Chauossodovski, ‘ Sızıntılar’ın küresel elitin çıkarları doğrultusunda 2 önemli görevi tamamladığını yazıyor:
1) İran nükleer silahlanma programına sahip ve küresel güvenlik için bir tehdit
2) Suudi Arabistan ve Pakistan El kaidenin sponsor devletleri. NATO ülkeleri ve Amerikaya düşman İslamcı terörist örgütlerin destekçileri’
Amerika’da büyük basın yayın organları yıllardır, sadece işine gelen ‘yalanlar’la kamuya yanlış bilgilendirme oyununu başarıyla sürdürürken, birdenbire bu ‘değişim’ neden?!
Hidayete ermelerinin bir nedeni olmalı…
Şöyle diyor Prof. Chaussodovsky, ‘Assange’ın arkasında duran basın yayın organları ve ilgili gazeteciler uzun yıllardır Amerikan istihbaratının has adamları ve askeri istihbarat örgütleriyle derinden ilişkili!... The Economist mesela, Assange’a ödül veren dergi, İngiltere elitinin yayın organı. Irak savaşına katılıma en büyük desteği vermişti. 1972-89 arasında derginin yönetim kurulu başkanı Rothshield kardeşlerden biri.. Şimdi karısı yönetim kurulunda. Assange, bilgi kirliliğinin baş aktörlerinden biri olan Economist’ten nasıl bu büyük desteği alıyor? Medyadaki ‘büyük eller’ bir ‘muhalefet’ yaratma operasyonuna mı giriyor?’
Üstelik Assange’ın avukatı ingiltere’nin en elit hukuk bürolarından birinin sahibi. Mark Stephens aynı zamanda Rothshield ailesinin de avukatlarından biri.
Yazısının sonunda Prof Chaussodovsky şu önemli saptamayı yapıyor: ‘Wikileaks projesi dünyaya el koymaya hazırlanan, Yeni dünya Düzenci çetenin çok karmaşık bir düzeneği görünümünde. Artık ne NATO -ABD savaş suçları umurlarında, ne de en üst düzey hükümet mensuplarının isimlerinin yıpranıp yıpranmaması. Herkesin yerine yenisi gelir! Korunması gereken tek şey vardır: Politik aparatın arkasında< duran küresel elitin çıkarları!
Wiki sızıntılar ABD istihbaratı ve büyük basını tarafından dikkatle düzenlenmiş belgeler. Dünyaya belli eller tarafından yayıldılar. Ve halk yığınlarınca kabul edildiler. Ne de olsa ‘saygın’ medya onlara yer veriyordu!.
Böylece, ABD basını ve istihbaratı ‘şeffaflık’ ve demokrat görünümde koca bir adım attı. Amerika’daki savaş karşıtı muhalifler bu sayede hükümete yaklaştı: Bunca teröre dair sızıntıdan sonra artık ‘Savaşa karşıyız ama Teröre karşı savaşı destekliyoruz!’ diyorlar..
Assange üzerine düşen görevi başarıyla tamamladığında kamuoyu yeni sızıntılarla sarsılmaya hazır olsun. Müjdesi BBC’den geldi bile.. Wiki’den ayrılan Daniel Domscheit-Berg' in OPENLEAKS’İ (açık sızıntıları) gerektiği zaman gereken coğrafyalarda ‘operasyona’ yol açan belgeleri sızdırıverecek…Kamuoyu oluşturulacak, destekler alınacak, enerji kaynakları ve hatları için Amerika üzerine düşeni yapacak…
Acaba?
Derleyen Banu AVAR
23 Ekim 2010 Cumartesi
26 Temmuz 2010 Pazartesi
b i l i n ç l i
Bilinçli insanların bilinçli ses tonları... uyanık ve ne dediğini bilen. Mesela vapura binerken yanımdan kendinden emin ses tonuyla telefonda konuşan bir adam geçiyor. Kelimeler tane tane ve net bir şekilde ağzından dökülürken bana göre hafif kırıtan edasında aslında etrafına "bakın! ben burdayım" der gibi davranıyor. Sabah sabah vücudumun tüm sükunetini bozan ve afyonuma ağır hakaret gibi patlayan bir tokat bu! Tavır " bakın ben ne kadar aydınlık, bilinçli, dediğini bilen biriyim"... tanıdık geldi mi?
Her akıllı tabii ki bas bas ben buradayım diye bağırmıyor fakat son zamanlarda kendini gösterme arzusunun pompalandığı televizyon programları herkes kadar bilinç küpü ukalaları da etkilemiş gibi. Tabii bu görüntünün ardına bakacak kadar vakit vermiyor size o insanlar ya da programlar. Elinde telefonla yanınızdan geçerken, bir yerden alıntı yaparken imalarla dolu ama içi net olmayan kelimelerle geçip gidenler... Lisanına ait kelimelerin 120'sini bilenleri ya sunucu ya da yarışmacı yaparak hayata dair bir çok GERÇEK şeyi elimizden alanlar...
Bir an aynılık oluştu bende de: izleye izleye düşünce sistemini televizyon programlarına benzemiş o kadar çok insanız ki... Nasıl davranıp nasıl konuşulması gerektiğini öğretmekle kalmıyorlar bir yandan da diziler aracılığıyla "nasıl hissederiz"i öğretiyorlar. Diziyi yapanlar bu amaçla yapmıyor fakat bu durumun da bir mazisi var. Sinema ve televizyon için Amerikan geleneğinde ilk başlardan beri kurmaca bir alt okuma vardır. Amerika devleti Holywood'a 1925'lerde filmler için şunu söylemiştir: sokaklarda bol bol araba kullanın; iş yeri görüntüleri gösterin; aileye önem verin ve evlerin bahçeli - ferah olmasına dikkat edin; evlerde herkesin kendine ait bir odası olsun; gösterdiğiniz insanlar düzgün kıyafetler giysinler... yani kısaca Amerikan rüyasını gösterin. Düşünün, bu kadar basitti işte! Gözünüzün önüne gelen en eski filmlerde bile bu böyle. Yozlaşma da benzer şekilde sistemli olarak yapılmadı mı? Boş ve hoş olgusu hayatımıza tepildi bir anda. Hatta öyle ileri safhada ki bu, internette de durumumuz pek vahim. Kullandığımız "online lisan" adını vereceğim konuşmalarımız günlük hayata taşıyalı yıllar oluyor. Yazarken muhalifsek ekşi sözlük dilini, hemfikirsek facebook lisanını kullanıyoruz. Günde iki kere like ya da comment'e basmayanımız kalmadı gibi. Ama hepimiz elhamdürillah bilinçliyiz.
Tabii bu bilinç bize bilinçli organizasyonlar da getiriyor. Ayda bir kere bir sayfada 500.000 kişi olmayı kafaya koymazsak amaçsız kalıyoruz veya online sivil - sosyal bişeyler oluyoruz. Sonra da buldumcuk olup benim sabah gördüğüm adam gibi eli kirlenmeden bilinçli - aydınlık bir(ş)eyler oluyoruz. Çok şey yapmışız gibi suya sabuna dokunmadan çaresizlik içinde iş güç peşinde tüm gün yorulup amaçsızlığımızı bastırarak ve sabah-akşam bu iletişim muammalarına maruz kalarak yaşamaya devam...
Tüm yaşananlar arasında sabah gördüğüm aydınlık örümcekler asarım keserimin farklı versiyonları aslında. Hepsi bende pasif jimnastik etkisi bırakıyor. Dahası bunu okuyan ve kendini grup dışı tutanlar var ya... bi de onları pek seviyorum.
Etiketler:
Dışarısı,
Gorkem Kiter,
Grky,
kaybolanlar sahili
5 Temmuz 2010 Pazartesi
John Steinbeck - Kenar Mahalle
"Birçok hikayelerde anlatılan, onaylanan bir gerçek vardır: En büyük iyiliği yapabilecek nitelikte olan bir ruh en büyük kötülüğü yapmayı da başarabilir. Mezhebini değiştiren bir papazdan daha dinsiz kim vardır? Kısa bir süre önce kız-oğlan-kız olan bir kızdan daha şehvetli kim vardır? Ancak, bunlar yalnız birer görünüş meselesi olabilir."
28 Haziran 2010 Pazartesi
En çok o fotoğrafı sevdim
Son günlerde sık sık yaşadığım görsel bir tatminsizlik var. Çekilen ve çekilmek istenen fotoğraflarda anı durdurmak dışında bir şeye rastlamıyorum. Duygusal niteliği olmayan bir you tube ya da akıllı tv fotoğrafçılığı demeli. Gördüğünüz an için size çarpıyor ve bir an sonra geçip gidiyor. Önünde durduğunda burada ne demek istediğini düşündüren bazısı kurgu, bazısı gerçek ya da manipüle fotoğraflar vardı. Düşünülerek çekilmiş ve kimi zaman bir derdi olduğu için iki ya da daha fazla fotoğrafın bilinçli çekimi ve bilinçli birleşimi fotoğraflar...
Artık bir balıkçı misali "rastgele" diyerek yapılıyor çekimler. Zamansızlık ve teknoloji bizim zorunluluk ve nimetlerimiz. Mıknatısın iki ayrı kutbu gibi. Biri varsa diğeri de oluyor. Kısa zamanda farklı ışıklarla - iyi objektiflerle - üst üste basılan deklanşörlerle yapılan çekimler ve onları beğenilir kılmak için yapılan dijital çalışmalar. Zahmeti nimetiyle ölçülür karelerle etrafımız sarıldı.
Üretim ve tüketim seviyesi birbiri sıra yükselen bir ivmede ilerleyen iki rakip gibi zaman ve teknoloji. İyi de bir fotoğraf üzerinde fazla fazla 10 saniyeden çok kalmasını sağlayamıyorsak?
Ben şu anda etrafımda gördüğüm fotoğrafları ya fazla stilize ya da özensiz buluyorum. Takdir edilir bir arayış olsa da hepimiz görmediğimiz nitelikli işleri bu bolluk içinde ayıklamakta zorlanıyoruz.
İyi olan tek ve biricik değildir fotoğrafta. Bu yüzden başlıkta bahsettiğim de çok iddialı ve geçersiz bir söylem. Zaten "bu" bile diyemedim. "o" demek zaten bana çok daha uzakta geliyor.
Artık bir balıkçı misali "rastgele" diyerek yapılıyor çekimler. Zamansızlık ve teknoloji bizim zorunluluk ve nimetlerimiz. Mıknatısın iki ayrı kutbu gibi. Biri varsa diğeri de oluyor. Kısa zamanda farklı ışıklarla - iyi objektiflerle - üst üste basılan deklanşörlerle yapılan çekimler ve onları beğenilir kılmak için yapılan dijital çalışmalar. Zahmeti nimetiyle ölçülür karelerle etrafımız sarıldı.
Üretim ve tüketim seviyesi birbiri sıra yükselen bir ivmede ilerleyen iki rakip gibi zaman ve teknoloji. İyi de bir fotoğraf üzerinde fazla fazla 10 saniyeden çok kalmasını sağlayamıyorsak?
Ben şu anda etrafımda gördüğüm fotoğrafları ya fazla stilize ya da özensiz buluyorum. Takdir edilir bir arayış olsa da hepimiz görmediğimiz nitelikli işleri bu bolluk içinde ayıklamakta zorlanıyoruz.
İyi olan tek ve biricik değildir fotoğrafta. Bu yüzden başlıkta bahsettiğim de çok iddialı ve geçersiz bir söylem. Zaten "bu" bile diyemedim. "o" demek zaten bana çok daha uzakta geliyor.
16 Haziran 2010 Çarşamba
3 - konuşmak ve susmak
Kendimi bildim bileli sabah benim için en geç 11'de başlar. Çok az birlere ikilere kadar uyuduğumu hatırlarım. Yani şu anda baktığım saatin üçü göstermesi sadece kayıp bir ruh - kayıp bir gün - kayıp bir herşey hissi veriyor. Kalkıp güne yetişmek istesem de ilk hamlemde baş dönmesi beni yastığa geri çakıyor. Bunu sadece su ve iyi bir kahvaltı çözer. Önce kalkıp çay suyu koyuyorum ve geri gidiyorum. Sonra çaydanlığın dibi tutmasın diye bi gayret kalkıyorum: kahvaltılıkları çıkart, ekmeği dil, yüzünü yıka, çayı demle, biraz su iç,.. ve artık bittim. Bazen en basit alışkanlıklar bile gerçekleştirilmesi en zor eylemlere dönüşüyor. Acizim! Hani ben ayılmıştım gelmeden evvel?! Ayılsaydım sanırım yatağı açıp içinde uyurdum. Her yerim tutulmuş, buram buram sigara kokusu ve dün gecenin hatırası pislik içinde kıyafetler. Kahvaltıyı yapıp bir ara insan kılığına da giricem, evet.
Artık kalkma vakti geldi. Hava karardı ve iyice soğudu. Memnunum halimden, saatlerdir oturduğum yerde gelen gidenle sohbet ediyorum. Sanki on farklı mekana girmiş gibi, on farklı günü yaşayıp koklamış gibi... Sabah buluşmalarının en iyi yanı da bu. Her yerden her insanı bulabilirsin karşında. Gececiler bile.. Hiçbiri sadece geceleri yaşamaz. Gündüzleri malzeme toplar çünkü.
Bir duş aldım ve üstümü değiştirdim...ve sabaha karşı geldiğimde elimin değdiği her şeyi çamaşıra attım... bir de ben girip şu makinaya değişip çıkabilsem. Hani şu hiç kullanılmamışlık hissi veren kokular saçarak... Hala başım dönüyor hafif hafif ama daha iyiyim. Su içmeye devam ediyorum. Demin ilk sigaramı yakmaya çalıştım fakat ilk nefesle birlikte katlanamayacağımı anlayıp söndürdüm. Bırakmam lazım! Bırak, temizlen, değiş... ev ödevi gibi! Telefonum çalıyor.
Paramı ödeyip kalkarken başladım ve on beş dakikadır telefonda dert dinliyorum. Zamanında beni çok dinleyen dostlarımı geri çeviremem. Susup dinliyor ve bir yandan da etrafı izliyorum. İzlerken sokaktaki çocukların topu önümden geçiyor. Demek hala sokakta top oynuyor çocuklar. Bunları düşünürken dinlemiyor değilim. Kısa sorular ve onaylar. Halbuki anlattığı her şey hem onun hem benim başımıza gele gele akıllanmadığımız ve eskiden neredeyse yaradılış meselesi haline getirdiğimiz konular. Dipsiz kuyu, kompleks ve ego.. Bu örgüde kendini onaylatacak ve düzeltecek bir dost arıyor herkes. Allah'tan artık varolma sanatımızın bununla bir alakası yok. Kapattığımda artık evin önündeyim. Benim dipsiz kuyularım da şimdi beni zorluyor. Çıkmakta zorlandığım evime girmeye zorlanıyorum. Girmesem nereye gidicem? Aslında güzel bir yemek ve biraz bişeyler içmek... eskisi gibi yapılan eylemler eskisi gibi hissettirir mi? Ama tek başına değil.
Yarım saattir konuşuyoruz. Ben olsam kimsenin telefonunu bu kadar meşgul etmem. Sonunda buluşalım diyor. "Buluşup konuşalım". Üzerime temiz bir şeyler giyiyorum. Aslında çıkacak durumda değilim fakat gayret etmem gerek. Normal yani bir gündüz saati dışarı çıkmak bana da iyi gelir. Kapalı havasız yerlerde çalışmaktan gün ışığına hasret kaldım. Apartmanın kapısından çıkarken bile yorgun hissediyorum ama yollar da zaman gibi hızla akıyor yürüdükçe. Bazen bu kadar gayretli olmama şaşıyorum. Oturup bir masaya kendime bir kahve istiyorum. Bu sokağa hem gece hem de gündüz uğramamalıyım. Bir mekanın tek zamanlı olması hayatımda daha az yer tutmasını sağlayabilir. Belli mi olur, diğer tek zaman için plan yaparım belki.
Saatlerdir dinliyorum. Karşılıklı içip konuşmayalı uzun zaman olmuş arkadaşlar tehlikelidir gerçi. Anlatacak çok şeyin vardır ve onların da çok hikayesi birikmiştir. Eğer iki tarafın duygu yoğunluğu çakışırsa sohbet dinleyen ama konuşamayan taraf için zevksiz bir hal alır. Henüz bıkmış, sıkılmış ya da bunalmış değilim. Bir bu kadar daha dinleyebilirim. Bir bu kadar daha susabilirim. Susmak her zaman sessizlik değildir. Susmak! Hiçbir şey söylemeden konuşmaktır. Söylemen gerekeni veya söylemek istediğini... Susmak içinden ağlamaktır. Sadece ağladığında rahatlarsın ama susmanın ıslaklığı içine akar. İçten içe susar, konuşur ve hiçbir şeye ağlarsın böğüre böğüre.
"İçiyorum ve seller gibi insanlar geçiyor sokaktan. Artık senin geçmeme ihtimaline konuşuyorum. Sana konuşamamam yüzünden susuyor ve gidişin için ağlıyorum.Keşke hiç hiçliğimde olmasaydın."
Vücudunu daha biçimli gösterecek iç çamaşırı giyen çocuk kadınlar ve malesef çoktan kadınlar... Sokak onlarla dolu. Et gibi durma kaderini üstüne giyinen ve şıklaştıran insanlar... kadın ve erkek. Bazen gözlerim başka türlü bakıyor sanki. Çokların hiçlerine bakıyorum. Hiç giyinemeyen hiç sevemeyen, hiç kendine güvenemeyen, hiç denemeyen... Gidip bir gece önceki bara giriyorum ve kahve söylüyorum. Çok standart bir durumda çok standart bir biçimde. Kahve sade, içine iki şeker attım. Karıştırdım ve sigaramı yakarken onu gördüm. Karşı masadaydı! Aramızda bir masa bir sandalye, bir kapı sonra yine bir sandalye, bir masa ve tam orada bana bakan iki göz vardı. Kahvemi karıştırdım. Kahvesini karıştırdı. Bakışlarımı kaçıramadım.. denedim ama çok uzun sürdü. Kahve karıştıracak, ilk yudumu öksürüp karizmayı dağıtmadan alacak ve masaya geri koyacak kadar... masama geldi. Ve bir merhaba. "Merhaba". Merhaba güneş, merhaba deniz, merhaba dünya! Ve artık ne arkadan gelen ışıkta göremediğim yüzü ama petrol yeşili gömleği ne de kokusu. Artık masamda ve "merhaba" mesafesindeydi. Bilemedim, merhaba dediğimde kimi ya da neyi davet ettiğimi. Ettim yine de...
Çok içtiğimde mi çenem düşüyor benim!? Yok ben içmesem de gereksiz şeylerden konuşabilirim. Bir kural var sanki: birine kendim gibi olabilmek için önce baca temizliği yapma ihtiyacım var. Koku demek için parfümlerden bahsetmem, hatta tatil demek için vapur - deniz muhabbetine girmem gerekiyor. Hayatıma gelene kadar bunun gibi kaç takla attığımı kimse tahmin edemez. Etmemelidir de zaten. Psikoloji der ki bunu çok insan yapar.. ya da ona benzer birşeyi kastediyor. Ama eminim çoğumuzda var bu. Bense sadece güven testi yapıyorum. Anlattığım tüm o saçmalıkların arasından güven sarsıcı tepkiler, sorular, ihtimaller arıyor ve bulamayınca ipi kopmuş kolye gibi dökülüp saçılıyorum karşımdakine. Halbuki bu kadar saçmalığa kimse tepki vermez, onu atlıyorum. Masadan kalkıp tuvalete gidiyor canım arkadaşım. Senin de masadan kalkışlarını hatırlıyorum. Sanki seni hatırlamanın en iyi yolu seni bu zamanda yaşatmak gibi... Halbuki uzayan bu sancılı hatıra bozması hülyalar sadece geciktiriyor. Beni, hayatı, acıyı, sevinci... çünkü kayıp bir çocuğun yasını tutamayan bir anne gibi, gidip başucunda ağlayacak bir mezar taşı yoksa eğer, her an göreceğini ezberlemiş gibi... umudumu kesmemeye and içiyorum. Hissettiklerime susuyorum . Sabırla, geleceğini zannettiğim için.
Konuşuyorum ama her kelimede daha çok susuyorum seni, anlatmıyorum..
O kadar çok konuştum ki beni dinlemende yorgunluğu görüyorum. O masadan beri konuşuyorum. Sürekli bir önceki cümlemin açığını kapatmak ister gibi, herşeyin iyi olduğunu konuşuyorum. Sen umutsuz bakmıyorsun artık. Mutlu bile olduğun söylenebilir. Senin mutluluğunu ayakta tutmak için bir tercih yapıyorum. Ya kendi mutsuzluklarımı erteleyip seni yaşıycam ve ara ara sende kendimi bulucam ya da hayatıma tüm monotonluğuyla sızlanmaya devam edicem. Ne klişe... kim olsa benim yaptığımı yapar! ve seni seçiyorum. Ben susup beklemek veya ağırdan almak veya uzak durmak yerine seninle konuşmayı seçiyorum. Bir gün sen "gittim" dediğinde bile konuşuyordum ben çünkü artık susamıyordum. Unuttum susmayı. Hayatın şöyle böyle yenilediği hayallerim arasında sana anlatacağım herşeyi biriktirir gibi konuşuyorum. Yoktan var etmeye çalıştığım her günüm için beceriksizce konuşuyorum ama her kelimede daha çok susuyorum, anlatamıyorum artık..
Artık kalkma vakti geldi. Hava karardı ve iyice soğudu. Memnunum halimden, saatlerdir oturduğum yerde gelen gidenle sohbet ediyorum. Sanki on farklı mekana girmiş gibi, on farklı günü yaşayıp koklamış gibi... Sabah buluşmalarının en iyi yanı da bu. Her yerden her insanı bulabilirsin karşında. Gececiler bile.. Hiçbiri sadece geceleri yaşamaz. Gündüzleri malzeme toplar çünkü.
Bir duş aldım ve üstümü değiştirdim...ve sabaha karşı geldiğimde elimin değdiği her şeyi çamaşıra attım... bir de ben girip şu makinaya değişip çıkabilsem. Hani şu hiç kullanılmamışlık hissi veren kokular saçarak... Hala başım dönüyor hafif hafif ama daha iyiyim. Su içmeye devam ediyorum. Demin ilk sigaramı yakmaya çalıştım fakat ilk nefesle birlikte katlanamayacağımı anlayıp söndürdüm. Bırakmam lazım! Bırak, temizlen, değiş... ev ödevi gibi! Telefonum çalıyor.
Paramı ödeyip kalkarken başladım ve on beş dakikadır telefonda dert dinliyorum. Zamanında beni çok dinleyen dostlarımı geri çeviremem. Susup dinliyor ve bir yandan da etrafı izliyorum. İzlerken sokaktaki çocukların topu önümden geçiyor. Demek hala sokakta top oynuyor çocuklar. Bunları düşünürken dinlemiyor değilim. Kısa sorular ve onaylar. Halbuki anlattığı her şey hem onun hem benim başımıza gele gele akıllanmadığımız ve eskiden neredeyse yaradılış meselesi haline getirdiğimiz konular. Dipsiz kuyu, kompleks ve ego.. Bu örgüde kendini onaylatacak ve düzeltecek bir dost arıyor herkes. Allah'tan artık varolma sanatımızın bununla bir alakası yok. Kapattığımda artık evin önündeyim. Benim dipsiz kuyularım da şimdi beni zorluyor. Çıkmakta zorlandığım evime girmeye zorlanıyorum. Girmesem nereye gidicem? Aslında güzel bir yemek ve biraz bişeyler içmek... eskisi gibi yapılan eylemler eskisi gibi hissettirir mi? Ama tek başına değil.
Yarım saattir konuşuyoruz. Ben olsam kimsenin telefonunu bu kadar meşgul etmem. Sonunda buluşalım diyor. "Buluşup konuşalım". Üzerime temiz bir şeyler giyiyorum. Aslında çıkacak durumda değilim fakat gayret etmem gerek. Normal yani bir gündüz saati dışarı çıkmak bana da iyi gelir. Kapalı havasız yerlerde çalışmaktan gün ışığına hasret kaldım. Apartmanın kapısından çıkarken bile yorgun hissediyorum ama yollar da zaman gibi hızla akıyor yürüdükçe. Bazen bu kadar gayretli olmama şaşıyorum. Oturup bir masaya kendime bir kahve istiyorum. Bu sokağa hem gece hem de gündüz uğramamalıyım. Bir mekanın tek zamanlı olması hayatımda daha az yer tutmasını sağlayabilir. Belli mi olur, diğer tek zaman için plan yaparım belki.
Saatlerdir dinliyorum. Karşılıklı içip konuşmayalı uzun zaman olmuş arkadaşlar tehlikelidir gerçi. Anlatacak çok şeyin vardır ve onların da çok hikayesi birikmiştir. Eğer iki tarafın duygu yoğunluğu çakışırsa sohbet dinleyen ama konuşamayan taraf için zevksiz bir hal alır. Henüz bıkmış, sıkılmış ya da bunalmış değilim. Bir bu kadar daha dinleyebilirim. Bir bu kadar daha susabilirim. Susmak her zaman sessizlik değildir. Susmak! Hiçbir şey söylemeden konuşmaktır. Söylemen gerekeni veya söylemek istediğini... Susmak içinden ağlamaktır. Sadece ağladığında rahatlarsın ama susmanın ıslaklığı içine akar. İçten içe susar, konuşur ve hiçbir şeye ağlarsın böğüre böğüre.
"İçiyorum ve seller gibi insanlar geçiyor sokaktan. Artık senin geçmeme ihtimaline konuşuyorum. Sana konuşamamam yüzünden susuyor ve gidişin için ağlıyorum.Keşke hiç hiçliğimde olmasaydın."
Vücudunu daha biçimli gösterecek iç çamaşırı giyen çocuk kadınlar ve malesef çoktan kadınlar... Sokak onlarla dolu. Et gibi durma kaderini üstüne giyinen ve şıklaştıran insanlar... kadın ve erkek. Bazen gözlerim başka türlü bakıyor sanki. Çokların hiçlerine bakıyorum. Hiç giyinemeyen hiç sevemeyen, hiç kendine güvenemeyen, hiç denemeyen... Gidip bir gece önceki bara giriyorum ve kahve söylüyorum. Çok standart bir durumda çok standart bir biçimde. Kahve sade, içine iki şeker attım. Karıştırdım ve sigaramı yakarken onu gördüm. Karşı masadaydı! Aramızda bir masa bir sandalye, bir kapı sonra yine bir sandalye, bir masa ve tam orada bana bakan iki göz vardı. Kahvemi karıştırdım. Kahvesini karıştırdı. Bakışlarımı kaçıramadım.. denedim ama çok uzun sürdü. Kahve karıştıracak, ilk yudumu öksürüp karizmayı dağıtmadan alacak ve masaya geri koyacak kadar... masama geldi. Ve bir merhaba. "Merhaba". Merhaba güneş, merhaba deniz, merhaba dünya! Ve artık ne arkadan gelen ışıkta göremediğim yüzü ama petrol yeşili gömleği ne de kokusu. Artık masamda ve "merhaba" mesafesindeydi. Bilemedim, merhaba dediğimde kimi ya da neyi davet ettiğimi. Ettim yine de...
Çok içtiğimde mi çenem düşüyor benim!? Yok ben içmesem de gereksiz şeylerden konuşabilirim. Bir kural var sanki: birine kendim gibi olabilmek için önce baca temizliği yapma ihtiyacım var. Koku demek için parfümlerden bahsetmem, hatta tatil demek için vapur - deniz muhabbetine girmem gerekiyor. Hayatıma gelene kadar bunun gibi kaç takla attığımı kimse tahmin edemez. Etmemelidir de zaten. Psikoloji der ki bunu çok insan yapar.. ya da ona benzer birşeyi kastediyor. Ama eminim çoğumuzda var bu. Bense sadece güven testi yapıyorum. Anlattığım tüm o saçmalıkların arasından güven sarsıcı tepkiler, sorular, ihtimaller arıyor ve bulamayınca ipi kopmuş kolye gibi dökülüp saçılıyorum karşımdakine. Halbuki bu kadar saçmalığa kimse tepki vermez, onu atlıyorum. Masadan kalkıp tuvalete gidiyor canım arkadaşım. Senin de masadan kalkışlarını hatırlıyorum. Sanki seni hatırlamanın en iyi yolu seni bu zamanda yaşatmak gibi... Halbuki uzayan bu sancılı hatıra bozması hülyalar sadece geciktiriyor. Beni, hayatı, acıyı, sevinci... çünkü kayıp bir çocuğun yasını tutamayan bir anne gibi, gidip başucunda ağlayacak bir mezar taşı yoksa eğer, her an göreceğini ezberlemiş gibi... umudumu kesmemeye and içiyorum. Hissettiklerime susuyorum . Sabırla, geleceğini zannettiğim için.
Konuşuyorum ama her kelimede daha çok susuyorum seni, anlatmıyorum..
O kadar çok konuştum ki beni dinlemende yorgunluğu görüyorum. O masadan beri konuşuyorum. Sürekli bir önceki cümlemin açığını kapatmak ister gibi, herşeyin iyi olduğunu konuşuyorum. Sen umutsuz bakmıyorsun artık. Mutlu bile olduğun söylenebilir. Senin mutluluğunu ayakta tutmak için bir tercih yapıyorum. Ya kendi mutsuzluklarımı erteleyip seni yaşıycam ve ara ara sende kendimi bulucam ya da hayatıma tüm monotonluğuyla sızlanmaya devam edicem. Ne klişe... kim olsa benim yaptığımı yapar! ve seni seçiyorum. Ben susup beklemek veya ağırdan almak veya uzak durmak yerine seninle konuşmayı seçiyorum. Bir gün sen "gittim" dediğinde bile konuşuyordum ben çünkü artık susamıyordum. Unuttum susmayı. Hayatın şöyle böyle yenilediği hayallerim arasında sana anlatacağım herşeyi biriktirir gibi konuşuyorum. Yoktan var etmeye çalıştığım her günüm için beceriksizce konuşuyorum ama her kelimede daha çok susuyorum, anlatamıyorum artık..
3 Mayıs 2010 Pazartesi
2 - hatırlamak
Kendimi muhabbete bırakıyorum. İçine girdikçe beni saran cümleler ve gülmeler. Zaman zaman etrafı izlemeler. Sanırım orada olmak kadar onlar gibi olmak da rahatlatıyor bir saatten sonra. Yoksa herşey ne kadar yorucu olurdu. Bara yöneliyorum, ne ısmarlayacağımı bilmiyorum. Ağzımdan ne çıkacağını merak edecek kadar başım dönüyor. Bir an o koku geliyor yine.... Etrafıma bakıyorum ama... sanırım fazla hızlı bir hareketti bu alkolize vücudum için. Düşmek kötü ama kalkamamak daha kötü. Bir an tüm kötülükler vücudumu sarıyor sanki. Benim için umut yok, hem de hiç yok...
Tek arabanın geçebildiği dar - uzun sokakta yürüyorum. Önünden geçtiğim kafeler henüz boş. Yağmurun da etkisiyle akşama kadar dolmaz buralar. Eskiden bu havalara rağmen herkes olduğu yerden çıkar gelirdi . Oturmasam da hep geçerken selamlaştığım akşamdan kalma işletmecileri kapı önünde sigara içerdi. Anlaşılan dün gitmediğim tüm mekanlar bugün herkesi yatağa sermiş. Değişiklik yapıp kafelerden birine oturuyorum . Gazetelerin duvara asıldığı yerden bir tane seçip alıyorum. Günün haberleri, alakasız ve saçma sapan dedikodular. Laf olsun diye mürekkep akıtılan ve aslında satır aralarında dahi bilmediğim yeni hiçbir şey yazmayan köşemsileri ilk defa okuyormuşum gibi takip ediyorum. İçtiğim çay ve son sigaram aynı anda bitiyor. Sigarasızlık bende her zaman huzursuzluk yaratmıştır. Yanımda olmadı mı daha çok isterim ve hep de yalnızken biter. Yeni bir paket için hiç üşenmeden kalkar giderim. Bir an için düşündüm de.. bunu yaptığım tek şey sigara değil. Benimki o son paketin hep dolu kalmasını istemek gibi birşey.
Gözümü açtığımda beni kaldırıma oturtmuşlardı ve saçlarım ıslaktı. Birkaç telin kenarında kusmuklar vardı, kaldırımın kenarında gördüklerimi söylemiyorum bile... Saçlarımı bu kadar uzatmamalıydım. Ya da daha az içmeliydim, bilmiyorum. Yalnız başıma bu kadar içmeye cesaret etmezdim eskiden. Neler oluyor? Kafamı kaldırdığımda başım hafif dönüyor. Uzaktan bana bakan birini belli belirsiz seçiyorum. Sokak lambasının ışığı dik ve arkadan vuruyor. Onu görsem de bir sonrakine tanıyacak kadar net değil. Saçları sırtına hafif değecek kadar uzun, elleri ceplerinde. Meraklı bakışlarında biraz şefkat var.. ya da bunu ben hayal ediyorum. Sanki beni bekler bana göz kulak olur gibi... Bu saatte şefkatli insanlar dışarda kalmamalı! İkimizde şu anda evde olmalıyız. Başım ellerimin içinde biraz öne eğiliyorum yeniden, içim gümbürdüyor. Kafamı kaldırdığımda burnuma dayanmış suyun ardından yeniden bakıyorum. Biliyorum... üzerindeki siyah mantonun içinden sarkan petrol yeşili kadife gömlek bana içeriden tanıdık gelen tek şey. Bu o!
Yeni paketimi aldım ve tenhalıktan istifade edip sigaramı sokakta yaktım. Sokakta sigara içmek çok saçma aslında. Hem yürüyüp hem sigara içerken dayanıklılık testinde gibiyim. Öksürtmese de her nefeste içimden birşeyler kopuyor. Kalbim bir yolda bir de onun hakkında konuşulduğunu duyduğum zamanlarda bu kadar hızlı çarpar. Bir yere girme vaktim geldi yeniden. Paçalarım ıslak ve hafif hafif ayaklarım üşümeye başladı. Aslında içimden karşıya geçmek geliyor. Karşıya geçsem orada tam bu havalar için güzel bir yer biliyorum. Sorun şu ki oraya gidersem burada görmeyi umut ettiğim kimseyi bulamam. Kimi görmeyi umut ediyorum? Bilmem... buraya ait birilerini. Konuşması kolay, bana ve mahalleme ait birilerini. Masamda otururken varlığında rahatsız olmayacağım kadar yakın ama onunla boy ölçüşemeyecek kadar uzak. Bu tarz ilişkiler bana kendimi daha güvende hissettiriyor. Samimiyetsizlikten değil, kendi alanını kollayabilmekle ilgili bir rahatlama bu. Yol kendiliğinden akar gibi ya da ayaklarım kendi yolunu bulmuş gibi hissediyorum. Hadi bakalım... beni nereye götüreceksiniz? Vaktim bol, deneyebilirim..
Gözlerimi açmakta zorlanıyorum ama uykum olduğu için. Artık sarhoş değilim. Hatta içmeye devam da edebilirim ama biliyorum bu haldeyken kimse içmeme izin vermez. Zaten bir gecede iki defa da sarhoş olunmaz... Olmamalıyım. Artık orada değil. Gitti. Ben de gitmeli miyim?... bilemedim. Belki de sadece oturmalıyım sokak sakinleşlene kadar. Elinde yeni bir bardak suyla geliyor bu gecenin sarhoşluk dostları. Biraz daha su içersem boğulucam. Onun yerine bir sigara yakıyorum. Canım da çekmedi ama sanırım bu duruma düşmüş olma fikri bana sigara yaktırıyor. Etrafıma baktığımda artık onlardan bir farkım kalmadığını hissediyorum. O fark varsa da derinlere çekildi sanki. Dışardan görünen nedir bilemem ama içimde bir yerlerde oradan çıkmasını da istemiyorum... Çünkü güvensizlik beline bağlı bir bidonla onu dipte tutuyor. Tutsun, böyle rahat.
Ayaklarımı acıtacak kadar yürüdüm ve artık bir yere varacak ya da birini görecek gibi hissetmiyorum. Moralim bozuldu durduk yere... bunca saatin iyimserliği de kötümserliği de yenişemediği için sanki beni boğuyor. Mızıkçı çocuklar gibi mi hissetmeliyim. Hiçbir şeyden memnun olmayan ve istediği gibi gitmeyen herşeyi kendine ve etrafına zehir eden... Ben sadece sakin bir pazar günü istedim. Ben sadece yalnız olmak istemedim. İçimden konuşup birşeyler anlatmak da istemiyorum. Kendime bundan daha fazla tahammül edebilmek istiyorum. Ve daha çok tahammül edilmek. Aylardır ilk defa gelecek çağrışımlı bir cümle kuruyorum. İlk defa içine sadece kendimi kattığım bir cümle, uzun zamandır yapamadığım gibi... ve şu anda her zamankinden daha kötü hissettirdiği için diğerleriyle farklı melodide olsa da özü aynı gibi.
Kapıyı açar açmaz evin kokusu geldi burnuma. Sıcak ve güvenli... Bu koku bana aileme karşı suçluluk duygusu uyandırmıştır hep. Halbuki beni suçlayan da yok. Ben de herkes gibi yalnız, kendine ait bir hayat kurmaya çalışan bir insanım. "ken di a yak la rı nın ü ze rin de dur mak". Aferin! Tüm gece ağzımdan çıkan en mantıklı söz bu ve bunu da tek başımayken söylüyorum. Tek başıma almam gereken bir karar olduğu içindir belki. Artık buralara gitmemelisin diyen yorgun gözlerime aynadan soruyorum "yapacak daha iyi neyim var benim?" Duyduğum güzel bir kokunun peşinden gidecek yaşta da değilim artık. Zaten kokusu gibi isterse kendi de bulur beni. Evet, yatakla kucaklaşırken son kararım, artık bulmak ve bulunmak üzerine konuşmak yok. Fetiş hikayeler üzerinden kurmaca da yok. Belki de eskisi gibi daha çok kitap okuyup kendimi hani o "her şeye cool insanlar" gibi bırakmalıyım. Bıraktım gitti!
Bu ılık çay ve tost iyi geldi. Anksiyetik hallere giriyordum yine. Nedenini bildiğim için kurtulmak kolay oluyor. Gün tarih yıl... eskiden bu gün bu tarih bu yıl. Hatırlamak çok tuhaf birşey. Sen hatırladıklarını görmezden geldikçe onlar üstüne üstüne geliyor. Neyse ki etrafıma bakıp renkleri seçmeye çalışınca dünyaya dönüyorum. Biraz sonra insanlar gelmeye başlar. Yağmur durdu, hava da ara ara güneşleniyor. Demek birazdan tüm kargalar alçaklarda yemek aramaya başlayacak. Çantamdan kitabımı çıkarıyorum. Uzun zaman önce yarım bıraktığım bir kitap. Kaldığım yeri açtığımda arada bir not buluyorum. Gülen bir surat yapıp koymuş araya. Peki ben neden yarım bırakmıştım bu kitabı? Okumanın zamanı değilmiş demek. Ya da yapacak daha iyi bir şeyim varmış.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat
olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve
yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme
yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.
Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya
hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan "Bu kuşun kanadı
neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile
karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin.
Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her
zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi
halin cezanda indirim sağlamaz.
Sen, "Ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu
yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen
karşılığında mutlaka başka bir iddiayla
karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması
gerektiği gibi yaşadın.Özledin, içtin, ağladın,
güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın.
"Peki o ne yaptı" deme. Herkes kendinden sorumludur
aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine
engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik
yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak
için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için?
Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o
lüksü sonuna kadar yaşasın.
Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara tutunarak"
yaşamayı Öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani,
yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu
hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki.... Epeydir
eline almadığın kitaplar seni bekliyor.Kitap okurken
de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin
sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif
verecek sana.Yine içeceksin rakını balığın yanında.
Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de
cabası....
asolan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip
de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın
sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter
ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda
duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o
zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler
değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini...