Son günlerde sık sık yaşadığım görsel bir tatminsizlik var. Çekilen ve çekilmek istenen fotoğraflarda anı durdurmak dışında bir şeye rastlamıyorum. Duygusal niteliği olmayan bir you tube ya da akıllı tv fotoğrafçılığı demeli. Gördüğünüz an için size çarpıyor ve bir an sonra geçip gidiyor. Önünde durduğunda burada ne demek istediğini düşündüren bazısı kurgu, bazısı gerçek ya da manipüle fotoğraflar vardı. Düşünülerek çekilmiş ve kimi zaman bir derdi olduğu için iki ya da daha fazla fotoğrafın bilinçli çekimi ve bilinçli birleşimi fotoğraflar...
Artık bir balıkçı misali "rastgele" diyerek yapılıyor çekimler. Zamansızlık ve teknoloji bizim zorunluluk ve nimetlerimiz. Mıknatısın iki ayrı kutbu gibi. Biri varsa diğeri de oluyor. Kısa zamanda farklı ışıklarla - iyi objektiflerle - üst üste basılan deklanşörlerle yapılan çekimler ve onları beğenilir kılmak için yapılan dijital çalışmalar. Zahmeti nimetiyle ölçülür karelerle etrafımız sarıldı.
Üretim ve tüketim seviyesi birbiri sıra yükselen bir ivmede ilerleyen iki rakip gibi zaman ve teknoloji. İyi de bir fotoğraf üzerinde fazla fazla 10 saniyeden çok kalmasını sağlayamıyorsak?
Ben şu anda etrafımda gördüğüm fotoğrafları ya fazla stilize ya da özensiz buluyorum. Takdir edilir bir arayış olsa da hepimiz görmediğimiz nitelikli işleri bu bolluk içinde ayıklamakta zorlanıyoruz.
İyi olan tek ve biricik değildir fotoğrafta. Bu yüzden başlıkta bahsettiğim de çok iddialı ve geçersiz bir söylem. Zaten "bu" bile diyemedim. "o" demek zaten bana çok daha uzakta geliyor.
DOKUNULAMAYAN KAYIP DÜŞLER VE DÜŞÜNCELER GÜNEŞİN KUMLARI YALADIĞI MAVİ - YEŞİL BİR SAHİLDE BULUNMAYI BEKLİYOR ASLINDA..
28 Haziran 2010 Pazartesi
16 Haziran 2010 Çarşamba
3 - konuşmak ve susmak
Kendimi bildim bileli sabah benim için en geç 11'de başlar. Çok az birlere ikilere kadar uyuduğumu hatırlarım. Yani şu anda baktığım saatin üçü göstermesi sadece kayıp bir ruh - kayıp bir gün - kayıp bir herşey hissi veriyor. Kalkıp güne yetişmek istesem de ilk hamlemde baş dönmesi beni yastığa geri çakıyor. Bunu sadece su ve iyi bir kahvaltı çözer. Önce kalkıp çay suyu koyuyorum ve geri gidiyorum. Sonra çaydanlığın dibi tutmasın diye bi gayret kalkıyorum: kahvaltılıkları çıkart, ekmeği dil, yüzünü yıka, çayı demle, biraz su iç,.. ve artık bittim. Bazen en basit alışkanlıklar bile gerçekleştirilmesi en zor eylemlere dönüşüyor. Acizim! Hani ben ayılmıştım gelmeden evvel?! Ayılsaydım sanırım yatağı açıp içinde uyurdum. Her yerim tutulmuş, buram buram sigara kokusu ve dün gecenin hatırası pislik içinde kıyafetler. Kahvaltıyı yapıp bir ara insan kılığına da giricem, evet.
Artık kalkma vakti geldi. Hava karardı ve iyice soğudu. Memnunum halimden, saatlerdir oturduğum yerde gelen gidenle sohbet ediyorum. Sanki on farklı mekana girmiş gibi, on farklı günü yaşayıp koklamış gibi... Sabah buluşmalarının en iyi yanı da bu. Her yerden her insanı bulabilirsin karşında. Gececiler bile.. Hiçbiri sadece geceleri yaşamaz. Gündüzleri malzeme toplar çünkü.
Bir duş aldım ve üstümü değiştirdim...ve sabaha karşı geldiğimde elimin değdiği her şeyi çamaşıra attım... bir de ben girip şu makinaya değişip çıkabilsem. Hani şu hiç kullanılmamışlık hissi veren kokular saçarak... Hala başım dönüyor hafif hafif ama daha iyiyim. Su içmeye devam ediyorum. Demin ilk sigaramı yakmaya çalıştım fakat ilk nefesle birlikte katlanamayacağımı anlayıp söndürdüm. Bırakmam lazım! Bırak, temizlen, değiş... ev ödevi gibi! Telefonum çalıyor.
Paramı ödeyip kalkarken başladım ve on beş dakikadır telefonda dert dinliyorum. Zamanında beni çok dinleyen dostlarımı geri çeviremem. Susup dinliyor ve bir yandan da etrafı izliyorum. İzlerken sokaktaki çocukların topu önümden geçiyor. Demek hala sokakta top oynuyor çocuklar. Bunları düşünürken dinlemiyor değilim. Kısa sorular ve onaylar. Halbuki anlattığı her şey hem onun hem benim başımıza gele gele akıllanmadığımız ve eskiden neredeyse yaradılış meselesi haline getirdiğimiz konular. Dipsiz kuyu, kompleks ve ego.. Bu örgüde kendini onaylatacak ve düzeltecek bir dost arıyor herkes. Allah'tan artık varolma sanatımızın bununla bir alakası yok. Kapattığımda artık evin önündeyim. Benim dipsiz kuyularım da şimdi beni zorluyor. Çıkmakta zorlandığım evime girmeye zorlanıyorum. Girmesem nereye gidicem? Aslında güzel bir yemek ve biraz bişeyler içmek... eskisi gibi yapılan eylemler eskisi gibi hissettirir mi? Ama tek başına değil.
Yarım saattir konuşuyoruz. Ben olsam kimsenin telefonunu bu kadar meşgul etmem. Sonunda buluşalım diyor. "Buluşup konuşalım". Üzerime temiz bir şeyler giyiyorum. Aslında çıkacak durumda değilim fakat gayret etmem gerek. Normal yani bir gündüz saati dışarı çıkmak bana da iyi gelir. Kapalı havasız yerlerde çalışmaktan gün ışığına hasret kaldım. Apartmanın kapısından çıkarken bile yorgun hissediyorum ama yollar da zaman gibi hızla akıyor yürüdükçe. Bazen bu kadar gayretli olmama şaşıyorum. Oturup bir masaya kendime bir kahve istiyorum. Bu sokağa hem gece hem de gündüz uğramamalıyım. Bir mekanın tek zamanlı olması hayatımda daha az yer tutmasını sağlayabilir. Belli mi olur, diğer tek zaman için plan yaparım belki.
Saatlerdir dinliyorum. Karşılıklı içip konuşmayalı uzun zaman olmuş arkadaşlar tehlikelidir gerçi. Anlatacak çok şeyin vardır ve onların da çok hikayesi birikmiştir. Eğer iki tarafın duygu yoğunluğu çakışırsa sohbet dinleyen ama konuşamayan taraf için zevksiz bir hal alır. Henüz bıkmış, sıkılmış ya da bunalmış değilim. Bir bu kadar daha dinleyebilirim. Bir bu kadar daha susabilirim. Susmak her zaman sessizlik değildir. Susmak! Hiçbir şey söylemeden konuşmaktır. Söylemen gerekeni veya söylemek istediğini... Susmak içinden ağlamaktır. Sadece ağladığında rahatlarsın ama susmanın ıslaklığı içine akar. İçten içe susar, konuşur ve hiçbir şeye ağlarsın böğüre böğüre.
"İçiyorum ve seller gibi insanlar geçiyor sokaktan. Artık senin geçmeme ihtimaline konuşuyorum. Sana konuşamamam yüzünden susuyor ve gidişin için ağlıyorum.Keşke hiç hiçliğimde olmasaydın."
Vücudunu daha biçimli gösterecek iç çamaşırı giyen çocuk kadınlar ve malesef çoktan kadınlar... Sokak onlarla dolu. Et gibi durma kaderini üstüne giyinen ve şıklaştıran insanlar... kadın ve erkek. Bazen gözlerim başka türlü bakıyor sanki. Çokların hiçlerine bakıyorum. Hiç giyinemeyen hiç sevemeyen, hiç kendine güvenemeyen, hiç denemeyen... Gidip bir gece önceki bara giriyorum ve kahve söylüyorum. Çok standart bir durumda çok standart bir biçimde. Kahve sade, içine iki şeker attım. Karıştırdım ve sigaramı yakarken onu gördüm. Karşı masadaydı! Aramızda bir masa bir sandalye, bir kapı sonra yine bir sandalye, bir masa ve tam orada bana bakan iki göz vardı. Kahvemi karıştırdım. Kahvesini karıştırdı. Bakışlarımı kaçıramadım.. denedim ama çok uzun sürdü. Kahve karıştıracak, ilk yudumu öksürüp karizmayı dağıtmadan alacak ve masaya geri koyacak kadar... masama geldi. Ve bir merhaba. "Merhaba". Merhaba güneş, merhaba deniz, merhaba dünya! Ve artık ne arkadan gelen ışıkta göremediğim yüzü ama petrol yeşili gömleği ne de kokusu. Artık masamda ve "merhaba" mesafesindeydi. Bilemedim, merhaba dediğimde kimi ya da neyi davet ettiğimi. Ettim yine de...
Çok içtiğimde mi çenem düşüyor benim!? Yok ben içmesem de gereksiz şeylerden konuşabilirim. Bir kural var sanki: birine kendim gibi olabilmek için önce baca temizliği yapma ihtiyacım var. Koku demek için parfümlerden bahsetmem, hatta tatil demek için vapur - deniz muhabbetine girmem gerekiyor. Hayatıma gelene kadar bunun gibi kaç takla attığımı kimse tahmin edemez. Etmemelidir de zaten. Psikoloji der ki bunu çok insan yapar.. ya da ona benzer birşeyi kastediyor. Ama eminim çoğumuzda var bu. Bense sadece güven testi yapıyorum. Anlattığım tüm o saçmalıkların arasından güven sarsıcı tepkiler, sorular, ihtimaller arıyor ve bulamayınca ipi kopmuş kolye gibi dökülüp saçılıyorum karşımdakine. Halbuki bu kadar saçmalığa kimse tepki vermez, onu atlıyorum. Masadan kalkıp tuvalete gidiyor canım arkadaşım. Senin de masadan kalkışlarını hatırlıyorum. Sanki seni hatırlamanın en iyi yolu seni bu zamanda yaşatmak gibi... Halbuki uzayan bu sancılı hatıra bozması hülyalar sadece geciktiriyor. Beni, hayatı, acıyı, sevinci... çünkü kayıp bir çocuğun yasını tutamayan bir anne gibi, gidip başucunda ağlayacak bir mezar taşı yoksa eğer, her an göreceğini ezberlemiş gibi... umudumu kesmemeye and içiyorum. Hissettiklerime susuyorum . Sabırla, geleceğini zannettiğim için.
Konuşuyorum ama her kelimede daha çok susuyorum seni, anlatmıyorum..
O kadar çok konuştum ki beni dinlemende yorgunluğu görüyorum. O masadan beri konuşuyorum. Sürekli bir önceki cümlemin açığını kapatmak ister gibi, herşeyin iyi olduğunu konuşuyorum. Sen umutsuz bakmıyorsun artık. Mutlu bile olduğun söylenebilir. Senin mutluluğunu ayakta tutmak için bir tercih yapıyorum. Ya kendi mutsuzluklarımı erteleyip seni yaşıycam ve ara ara sende kendimi bulucam ya da hayatıma tüm monotonluğuyla sızlanmaya devam edicem. Ne klişe... kim olsa benim yaptığımı yapar! ve seni seçiyorum. Ben susup beklemek veya ağırdan almak veya uzak durmak yerine seninle konuşmayı seçiyorum. Bir gün sen "gittim" dediğinde bile konuşuyordum ben çünkü artık susamıyordum. Unuttum susmayı. Hayatın şöyle böyle yenilediği hayallerim arasında sana anlatacağım herşeyi biriktirir gibi konuşuyorum. Yoktan var etmeye çalıştığım her günüm için beceriksizce konuşuyorum ama her kelimede daha çok susuyorum, anlatamıyorum artık..
Artık kalkma vakti geldi. Hava karardı ve iyice soğudu. Memnunum halimden, saatlerdir oturduğum yerde gelen gidenle sohbet ediyorum. Sanki on farklı mekana girmiş gibi, on farklı günü yaşayıp koklamış gibi... Sabah buluşmalarının en iyi yanı da bu. Her yerden her insanı bulabilirsin karşında. Gececiler bile.. Hiçbiri sadece geceleri yaşamaz. Gündüzleri malzeme toplar çünkü.
Bir duş aldım ve üstümü değiştirdim...ve sabaha karşı geldiğimde elimin değdiği her şeyi çamaşıra attım... bir de ben girip şu makinaya değişip çıkabilsem. Hani şu hiç kullanılmamışlık hissi veren kokular saçarak... Hala başım dönüyor hafif hafif ama daha iyiyim. Su içmeye devam ediyorum. Demin ilk sigaramı yakmaya çalıştım fakat ilk nefesle birlikte katlanamayacağımı anlayıp söndürdüm. Bırakmam lazım! Bırak, temizlen, değiş... ev ödevi gibi! Telefonum çalıyor.
Paramı ödeyip kalkarken başladım ve on beş dakikadır telefonda dert dinliyorum. Zamanında beni çok dinleyen dostlarımı geri çeviremem. Susup dinliyor ve bir yandan da etrafı izliyorum. İzlerken sokaktaki çocukların topu önümden geçiyor. Demek hala sokakta top oynuyor çocuklar. Bunları düşünürken dinlemiyor değilim. Kısa sorular ve onaylar. Halbuki anlattığı her şey hem onun hem benim başımıza gele gele akıllanmadığımız ve eskiden neredeyse yaradılış meselesi haline getirdiğimiz konular. Dipsiz kuyu, kompleks ve ego.. Bu örgüde kendini onaylatacak ve düzeltecek bir dost arıyor herkes. Allah'tan artık varolma sanatımızın bununla bir alakası yok. Kapattığımda artık evin önündeyim. Benim dipsiz kuyularım da şimdi beni zorluyor. Çıkmakta zorlandığım evime girmeye zorlanıyorum. Girmesem nereye gidicem? Aslında güzel bir yemek ve biraz bişeyler içmek... eskisi gibi yapılan eylemler eskisi gibi hissettirir mi? Ama tek başına değil.
Yarım saattir konuşuyoruz. Ben olsam kimsenin telefonunu bu kadar meşgul etmem. Sonunda buluşalım diyor. "Buluşup konuşalım". Üzerime temiz bir şeyler giyiyorum. Aslında çıkacak durumda değilim fakat gayret etmem gerek. Normal yani bir gündüz saati dışarı çıkmak bana da iyi gelir. Kapalı havasız yerlerde çalışmaktan gün ışığına hasret kaldım. Apartmanın kapısından çıkarken bile yorgun hissediyorum ama yollar da zaman gibi hızla akıyor yürüdükçe. Bazen bu kadar gayretli olmama şaşıyorum. Oturup bir masaya kendime bir kahve istiyorum. Bu sokağa hem gece hem de gündüz uğramamalıyım. Bir mekanın tek zamanlı olması hayatımda daha az yer tutmasını sağlayabilir. Belli mi olur, diğer tek zaman için plan yaparım belki.
Saatlerdir dinliyorum. Karşılıklı içip konuşmayalı uzun zaman olmuş arkadaşlar tehlikelidir gerçi. Anlatacak çok şeyin vardır ve onların da çok hikayesi birikmiştir. Eğer iki tarafın duygu yoğunluğu çakışırsa sohbet dinleyen ama konuşamayan taraf için zevksiz bir hal alır. Henüz bıkmış, sıkılmış ya da bunalmış değilim. Bir bu kadar daha dinleyebilirim. Bir bu kadar daha susabilirim. Susmak her zaman sessizlik değildir. Susmak! Hiçbir şey söylemeden konuşmaktır. Söylemen gerekeni veya söylemek istediğini... Susmak içinden ağlamaktır. Sadece ağladığında rahatlarsın ama susmanın ıslaklığı içine akar. İçten içe susar, konuşur ve hiçbir şeye ağlarsın böğüre böğüre.
"İçiyorum ve seller gibi insanlar geçiyor sokaktan. Artık senin geçmeme ihtimaline konuşuyorum. Sana konuşamamam yüzünden susuyor ve gidişin için ağlıyorum.Keşke hiç hiçliğimde olmasaydın."
Vücudunu daha biçimli gösterecek iç çamaşırı giyen çocuk kadınlar ve malesef çoktan kadınlar... Sokak onlarla dolu. Et gibi durma kaderini üstüne giyinen ve şıklaştıran insanlar... kadın ve erkek. Bazen gözlerim başka türlü bakıyor sanki. Çokların hiçlerine bakıyorum. Hiç giyinemeyen hiç sevemeyen, hiç kendine güvenemeyen, hiç denemeyen... Gidip bir gece önceki bara giriyorum ve kahve söylüyorum. Çok standart bir durumda çok standart bir biçimde. Kahve sade, içine iki şeker attım. Karıştırdım ve sigaramı yakarken onu gördüm. Karşı masadaydı! Aramızda bir masa bir sandalye, bir kapı sonra yine bir sandalye, bir masa ve tam orada bana bakan iki göz vardı. Kahvemi karıştırdım. Kahvesini karıştırdı. Bakışlarımı kaçıramadım.. denedim ama çok uzun sürdü. Kahve karıştıracak, ilk yudumu öksürüp karizmayı dağıtmadan alacak ve masaya geri koyacak kadar... masama geldi. Ve bir merhaba. "Merhaba". Merhaba güneş, merhaba deniz, merhaba dünya! Ve artık ne arkadan gelen ışıkta göremediğim yüzü ama petrol yeşili gömleği ne de kokusu. Artık masamda ve "merhaba" mesafesindeydi. Bilemedim, merhaba dediğimde kimi ya da neyi davet ettiğimi. Ettim yine de...
Çok içtiğimde mi çenem düşüyor benim!? Yok ben içmesem de gereksiz şeylerden konuşabilirim. Bir kural var sanki: birine kendim gibi olabilmek için önce baca temizliği yapma ihtiyacım var. Koku demek için parfümlerden bahsetmem, hatta tatil demek için vapur - deniz muhabbetine girmem gerekiyor. Hayatıma gelene kadar bunun gibi kaç takla attığımı kimse tahmin edemez. Etmemelidir de zaten. Psikoloji der ki bunu çok insan yapar.. ya da ona benzer birşeyi kastediyor. Ama eminim çoğumuzda var bu. Bense sadece güven testi yapıyorum. Anlattığım tüm o saçmalıkların arasından güven sarsıcı tepkiler, sorular, ihtimaller arıyor ve bulamayınca ipi kopmuş kolye gibi dökülüp saçılıyorum karşımdakine. Halbuki bu kadar saçmalığa kimse tepki vermez, onu atlıyorum. Masadan kalkıp tuvalete gidiyor canım arkadaşım. Senin de masadan kalkışlarını hatırlıyorum. Sanki seni hatırlamanın en iyi yolu seni bu zamanda yaşatmak gibi... Halbuki uzayan bu sancılı hatıra bozması hülyalar sadece geciktiriyor. Beni, hayatı, acıyı, sevinci... çünkü kayıp bir çocuğun yasını tutamayan bir anne gibi, gidip başucunda ağlayacak bir mezar taşı yoksa eğer, her an göreceğini ezberlemiş gibi... umudumu kesmemeye and içiyorum. Hissettiklerime susuyorum . Sabırla, geleceğini zannettiğim için.
Konuşuyorum ama her kelimede daha çok susuyorum seni, anlatmıyorum..
O kadar çok konuştum ki beni dinlemende yorgunluğu görüyorum. O masadan beri konuşuyorum. Sürekli bir önceki cümlemin açığını kapatmak ister gibi, herşeyin iyi olduğunu konuşuyorum. Sen umutsuz bakmıyorsun artık. Mutlu bile olduğun söylenebilir. Senin mutluluğunu ayakta tutmak için bir tercih yapıyorum. Ya kendi mutsuzluklarımı erteleyip seni yaşıycam ve ara ara sende kendimi bulucam ya da hayatıma tüm monotonluğuyla sızlanmaya devam edicem. Ne klişe... kim olsa benim yaptığımı yapar! ve seni seçiyorum. Ben susup beklemek veya ağırdan almak veya uzak durmak yerine seninle konuşmayı seçiyorum. Bir gün sen "gittim" dediğinde bile konuşuyordum ben çünkü artık susamıyordum. Unuttum susmayı. Hayatın şöyle böyle yenilediği hayallerim arasında sana anlatacağım herşeyi biriktirir gibi konuşuyorum. Yoktan var etmeye çalıştığım her günüm için beceriksizce konuşuyorum ama her kelimede daha çok susuyorum, anlatamıyorum artık..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)