17 Aralık 2009 Perşembe

1 - unutmaktan korkmak



Serin bir sabah. Gece yağmur yağmış ve hala ara ara çiseliyor. Gözümle görmesem de su birikintilerindeki harelerde, saçaktan gelen pıtırtıda damla damla yağıyor gökyüzü.. İçimi sıkıyor böyle havalar. Hiç beceremedim zaten elime kahveyi alıp pencere önü keyfi yapmayı. Hep koynumda sevgilim olsun, onunla izleyeyim istedim. Konuşmasak da onun kokusuyla, saçlarıyla, kollarının yumuşaklığıyla sohbet ederek biraz..



Soğuk bir gündü, üzerimde deri ceketim, berem ve kulağımda bir müzikle yürüyordum. Heyecanımı hem canlı hem de kontrol altında tutardı müzik dinlemek. Şimdiyse fırsat lazım müzik dinlemeye. Özelinde az şey kalıyor insanın büyüdükçe. Neyse, o sıralar çamurlara basarak yürümek, parasız kaldığında eve geç kalmamak için koşmak, iş çıkışında bildiğin ve güvendiğin bir mekanda rastladığın ilk tanıdık simayla sohbete dalmak, hatta yalnız oturup rahatsız edilmemek normal ve hayatın kendisiydi. Hayat basitken mutlulukmuş..



Gözüm dalmış, cama sıçrayan kediyle kendime geldim. Yazık, kötü ıslanmış. Gidip yüzümü yıkamalıyım. Otomatik işlerden biri.. Nedenini bilmediğim bu işler beni rahatlatıyor. En azından bi de onları yapıp yapmamayı düşünmüyorum. Karar vermek hakkında kararsızım, hep böyleydim ben.



Arkadaşlarımın gittiği yerleri bilir, eğer yemek öncesinde vaktim varsa önce oralarda dolanıp birilerini bulurdum. Yalnızlık kötü birşey... benim için katlanılmaz bir ruhsuzluk ve karamsarlık vesilesiydi. O yüzden bırakmazdım kendi kendimi yalnız başıma. Standart bir günde canım standart bir yere gitmek istedi o akşam. Berem, ceketim, çantam ve ben müziğimizle girdik içeri. Tenhaydı henüz. Günlerden cuma, bir iki saate herkesin geleceğini bildiğim için bulabildiğim en iyi köşeyi kapmaya çalıştım. Bir bira içtikten sonra yalnızlık bastı, kalktım. O gece tuhaftı içim... coşkulu ve de sıkkın. Ben mi garibim? Nasıl ikisini aynı anda hissedebilirim. Bu normal değil. Normalleşmek için eve gitmeye ihtiyacım var!



Yüzüme baktığım zaman herşey aynı. Aynanın ardından arkamda gördüğüm duvar kadar aynı yüzüm. Zamana ne kadar dayanıklı bir yüzüm var. Sadece ara ara benim kendi bakışlarımda yakaladığım bir şey... beni rahatsız eden o ifade. İşte o ifade çok canımı sıkıyor. Bazen kendimi tanıyamıyorum gözlerimde. Provasını yapıyorum kamufle etmek için. Ne yapmalıyım?

Giyinip çıkmalı - gazete alıp dönmeli

Giyinip çıkmalı - yağmur altında müzik dinleyerek yürümeli

Giyinip çıkmalı - açık bir pastaneye girip sahlep içmeli

Giyinip çıkmalı mı...?



Eve uğradım normalleşme uğruna. Her zamanki gibi soğuk ve boş. Tekliğin adı ben yokken kimsenin evi ısıtma ihtiyacı duymaması. Üstümü çıkartmadan biraz oyalandım klimanın etrafında. Banyoya gidip şohpeni yaktım. Madem eve kadar geldim bari temizlenip de çıkayım. Her ne kadar eve döndüğümde üstüm leş gibi kokacaksa da içimden kendime bakmak geldi. Bir süre daha ortalığı ısıtıp televizyon karşısında birşeyler atıştırdım. Tabii ki kahvaltılık. En güzel dost! Elimin altında biraz çikolata, biraz da peynir - zeytin ve ekmek olmalı. Biri tatlı çektiğinde diğerleri de tuzlu... Bu hep aynı. Duşumu almadan önce teybi açtım. İçinde ne olduğu önemli değil, kesin sevdiğim birşey... Havası kırılmış evimin tenhalığının da kırılmaya ihtiyacı var. Şarkı mırıldanırken gözlerim daldı suya. Boşluk, işte tam o anda düşünecek birşeyinin olmaması. Bir an sonra kirpiklerimdeydim, makyaj yapıyordum. Eski bir dostum bana aynaya baktığında zor da olsa gülümse, iyi gelir derdi.Gözüm aynada dudaklarımda tebessüm. Dostlarıma hep güvenirdim zaten. Parfümü sıkarken iki fıs daha fazla sıktım özlemle. Birine ihtiyacım var! Artık hem coşkulu hem sıkkın hem de özlem doluyum. Hazırım!



Gidip müzik açayım karar verene kadar. Sıkılmayı bile adabıyla yapamıyorum. İstediğim gibi bir şey bulana kadar bağdaş kurup oturuyorum teybin karşısında... o cd, bu kaset... elime geçen ve görmezlikten gelmeye çalıştığım albümler... en iyisi dinlemeyi en kolay becerebildiğin şarkıları koymaktır kararsız kalınca. Can kulağıyla dinlemediğinde bile odadaki varlığı yeten dost şarkılar. Oturduğum rahatsız pozisyondan divana geçiyor, uzanıyorum. Uzanmak benim için yeni ve zor bir alışkanlık. Ben her zaman ya oturarak televizyon izledim ya da ya da oturarak sohbetler ettim. Ama hiç uzanmadım, keyif yapmadım. Sadece yatmadan öncenin eyleminde, ışığı söndürmeyle uykuya dalmak arasında hayal ettim. Hayal etmek... şimdi uzanıp eski dostum bir şarkıyı dinlerken sadece o zamanlar ne hayal etmiştim diye düşünüyorum. Bu şarkıyı dinlerken ne hayal ederdim ben?

Önümde bir votka portakal - önümde yeni çıkmış bir dergi. Üzerine ukalalık edilecek birşey kesin vardır yeni bir dergide. Muhabbetin en güzeli beğenmemek ve eleştirilmekle başlayandı böyle yerlerde. İnsanları birbirine ispata sürükler ve gece daha da eğlenceli geçerdi. Sanki adı konmamış bir oyunda kim daha bilgili kim son kadehten sonra daha kırılgan... biri ödül verecek gibi... ya da kendini verecek gibi. İçeri ilk giren simalar beni şaşırtmadı. Akşam yemeğini bitirip evden çıkmayı bekleyen kazık kadaar ergenlik veletleri geldi önce. Bir saate kalmadan daha bakımlı ve büyük ihtimalle buradan başka bir yere geçecek olanlar belirdi. Kategorize etmemek için isim takmasamda yerliler ve uğrakçılar diyebilirim. Bir de ziyaretçiler vardı. Bunlar okulda bizimle aynı sırada olan ya da iş yerinde bizden farklı mekanlarda grup olarak yemek yiyen insanlar.. Onlar sadece bizi merak ettikleri için ve isterlerse bizimle aynı mekana girebileceklerini ispatlamak için gelen ve muhtemelen ikinci defa gelirse üçüncüsünde bizden olacağı belli olan ürkek ruhlardı. Onların yerinde olmak istemezdim. Çünkü dışarıdan gelenlerin böyle ortamlarda canı yakılırdı. Yakılırdı ki aidiyet duyguları gelişsin... Acaba ben de oldum mu böyle? Hem neden "biz" diyorum? Ben hala benken ve biz olacak biri yokken gidip bi grup tanıdıkla mı bütünledim kendimi. Tahminimden daha uzun zaman yalnız kalmışım demek. İçerisi gitgide daha çok tanıdık simayla doluyordu. Gitgide daha güvende hissettiriyordu ortam kendini. İyilik ve sohbet barın karşısına bakan loş duvar dibi masasındalardı. Kız tavlama sanatıyla zevzeklik bar taburesinde vakit öldürüyorlardı o saatte. İleride müzik ansiklopedisi tuvalete doğru gidiyor, kenarda da kitap çeviricisi oturuyordu. Sanırım bir kızla gelmişti, masada yalnız ama iki bardak var. Ben mi? Ben karşıma gelen ve sohbeti şu an için durgun olsa da yanında buraya alışmak için daha kolay kendimi hazırladığım güvenlerle sohbetteyim. Ortalık daha da loşlaşıyor. Saat ilerledikçe ışıkları kısıyorlar. Arkamdan tanımadığım biri geçiyor. Hafifçe çarparken özür diliyor. Yüzüne bakmadan çarpık bir gülümsemeyle önemli değil kafasını sallıyorum karşılık olarak. Havada bir koku asılı kalıyor. Güzel bir koku. Kim diye baksam da artık çok geç. Hem ortalık karanlık hem de çok fazla o insan olmasını istemeyeceğim sıfatlılar var gittiği yönde. Ayırt etmektense güzel koku olarak kalsın o da madem.

Sanki biri dürtmüş gibi irkilerek kalkıyorum yerimden. Uyuyakalmışım. Biraz da horladım herhalde. Bir sese uyandım ama ortada sadece ben varım.  Emin olmak için evi dolaşıyorum. Malesef sadece ben varım hala. Pencerenin önündeyim tekrar. Dışarıda tek tük insanlar başlamış dolaşmaya. Demek vakit geçmeye başlamış. Vakit bensiz geçiyor dışarıda. Bazen ben gitsem vakit ne yapar diye düşünüyor. Vaktin senden haberi var mı, yok. Kimseden yok! Seninle vakit geçirenler?... Ben yok olsam merak eden çıkar di mi? Düşünülebilecek en salak ve en duygusal şeyleri bulma noktasındayım. Demek ki dışarı çıkmak farz oldu.

1 Ekim 2009 Perşembe

hikayemsi

Sabahın körü, uyanmış hazırlanıyorum. Hala uykumun var gibi ama önemli değil. Zaten yatarken biraz da buna konsantre oldum. Erken kalkmam gereken sabahlar için kendime bunu yapıyorum, evet: şartlıyorum kendimi. Bazen işimle ilgili yaptığım en iyi şey buymuş gibi geliyor. Şartlayarak ikna ol ki ikna edebilesin.
Vaktinde gidiyorum dükkana. Bugün pek önemli bir ziyaretçim var. Aslında onu önemseyen benim. Önemli olmasını istiyorum. Şimdiden önemsersem belki üzerinde taşıyabilir bu görevi diye ümit ediyorum. Hızlı adımlarla ilerliyorum kaldırımda, tüm enerjimle giriyorum içeri. Etrafı kolaçan ederken gözüm eşyaları düzenliyor. Görülmesi gerekenlerle görüntü kalabalığı yapanları ayıklıyorum. Çalışan 3-5 kişi bu enerjiyi pazartesi gününe yakıştıramayınca açıklama yapmak zorunda hissediyorum. Tedbirli ve sakin bir ses tonuyla kısa kısa anlatıyorum misafiri. Gelişinin tesadüf olduğunu fakat ileride çok ekmek çıkacağını... yeni bir iş... yeniden iyi para... Benimle aynı şeyleri hissetmeye ikna ediyorum onları fakat biri hariç... Dayı ortalıkta sakin ve düşünceli dolaşırken gözlerinde zaman zaman yakaladığım hasedi farkediyorum. Bana bakmıyor hiç... ya dışarı ya yere ya da monitöre... Ona bir şey anlatırken, bana cevap verirken, hatta olumlarken bile bakışlarımız buluşmuyor. Halbuki ilk günaydını ondan almıştım her zamanki gibi. Tedirgin oluyorum ama umursayacak vaktim yok. Kapı önünde çay içen komşularla kısa bir sohbet yapıyorum içeriyi unutmak için. Korkudan girmiyorum belki de. Dayı'nın her şeyi mahvetme olasılığı insanlara vermeye çalıştığım motivasyondan sonra görmek istediğim son şey. Dahası bu durum beni de kızdırırsa misafirimi karşılarken kötü görünebilirim. Risk almamayı tercih ediyorum. Bu adam beni hep düşündürüyor: Karşına aldığın insan mı, yanına aldığın mı? İçine dönüp sorduğunda gerçekten hangisini tercih edersin? Faydacılık mı yönlendirir bu tercihi? Yok! en azından bu koşullarda haset 1 - faydacılık 0. Halbuki yenişmeye çalışmadığında bir melek. Neden ve nasıl tutuyor bu damarı anlayamıyorum.
Telefonum çalınca ister istemez dönüyorum içeri. Yolu sorma, emin olma kısmı için iyice teyitleşiyoruz son kez. Yeniden kapının önüne yürürken karşılaşıyoruz. Giyiminden kuşamından düzgün ve beyefendi biri olduğu belli. Yaşı genç biraz ama belli ki işine çok önem veriyor. Selamını getirdiği arkadaşımdan hoşbeş ederken çaylarımızı söylüyorum. Bir şeyler anlatırken gözüm bir yandan da Dayı'da. Bizden uzakta telefonda birileriyle hararetli bir konuşmada. Neyse ki sesi henüz rahatsız edecek kadar yükselmiş değil. Genç beyefendi bana yaptığı araştırmadan bahsetti. Daha önce otomotiv- taze gıda - tekstil.. bir çok konuda danışmanlık yapmıştı. Eski kaynaklar bulmakta güçlük çekiyordu ve ortak arkadaşımız onu bana göndermişti. Kendisi de söyledi tanışmak için mazeret olduğunu.
Biraz daha konuştuktan sonra benden rica ettiği dokümanlara bakmak için kalkıp arkadaki odaya yürüyoruz. Dayı bir anda kapıda beliriyor. Telaşla telefondakine bir şeyler anlatırken son anda gördüğü bana ve beyefendiye çarpmadan teğet geçiyor. Başımdan aşağı kaynadığımı hissediyorum. Adam geride ben önde yürürken çabucak atlatmaya çalışıyorum bu hali. Diğer arkadaşların yanından geçerken herkes güler yüzlü. Zaten herkes masasında işiyle meşgul, ortalık terbiye görmüş bir sessizliğe sahip. Belli ki motivasyon hala bozulmamış misafire karşı. Oturup önümüze bir iki dosya çekiyoruz. Hem konuşup hem incelerken birden kenarda Dayı'yı görüyorum. Kapıdan kimseye bakmadan girip toplantı masasına oturuyor. Ekipten çıt çıkmıyor. Toplantı yapmak için ortalığa laf atar gibi konuşuyor. Bir an donuyorum ama bakmıyorum ona. Sadece stajyer çocukla göz göze geliyorum. Ne acı! Gencecik çocuk bile anladı Dayı'nın yapmaya çalıştığını da o benim anlamayacağımı umuyor.  Umjuyor, neden umsun. Önemsenmek duygusu itiyor onu buna. Yoksa yeni işler getiren hep ben olacağım korkusu... işini kaybetme korkusu... Histerik bir akıntının içinde olduğu kesin. Sinirlerime hakim olmak zorundayım, en azından onunla yalnız kalana kadar. Tekrardan masadakilere çeviriyorum kafamı. İkimizde elimizdeki dokümanları dikkatle okuyoruz. Aklım hala Dayı'da. Sesi bi yerde yok oldu, baktım kalkıp gitmiş. Sanki beni dener gibi... peki ben şimdi müsaade istesem misafirimden, onu odama çeksem, bağırsam çağırsam neye yarayacak? Değişmez ki bu adam! Ya git demem lazım ya da çekmem lazım bir ömür boyu. Hiç niyetli değilim çekmeye ama onu kaybetmek de istemiyorum. Hangisi? Atmalı mı?
1 saat daha dokümanları inceledikten sonra bulduklarından memnun kalmış misafirimi gönderiyorum "bir daha görüşmek üzere"lerle. O gittikten sonra vücudumu yeni bir gerginlik alıyor. Üzerime giydiğim sakin olma durumunu daha ne kadar devam ettireceğimi bilemeden odama yöneliyorum. Ardımda hissettiğim birkaç göz  masa arkasından takip ediyor olup biteni. Asıl şimdi ne yapacağımı daha çok merak ediyorlar. Kapıyı kapatmadan oturuyorum masama. Kapatırsam zayıf olduğumu düşünecekler, beni öyle addedecekler. Bir an neden bunu umursadığımı düşünüp kendime kızsam da kapatmıyorum kapıyı. Yenik hissetmek istemiyorum Dayı'ya karşı. Hatta ilk defa bunu yapabildiğimi farkediyorum. Biliyorum kızsam ona kimse bana haksızsın demeyecek, ama bu yeni bir şey de olmayacak. Yanıma çağırıp, sakince uyarsam ve "olgun"u oynasam o da bir işe yaramayacak. Aslında içimden çizgi filmlerdeki gibi cebimden büyüyerek çıkan tokmağı kafasına indirmek geliyor. Yapabilseydim tepesinde uçuşan yıldızları izlemek zevkli olurdu. Artık daha iyiyim, bu fikir bana iyi geldi. Aklımı kurcalayan şey çoktan değişti. Merak sardı bir anda, insan bu kadar çok nefretle nasıl yaşar? Sonra unuturum belki ama kesinlikle cevaplarını kendi üzerimde aramayacağım türden ve zamanla unutacağım iyi sorulardan biri.
Yaşadığın hayat çağa, kültüre, çevreye göre değişir gibi görünse de bir insan hamurunda ne varsa onu yaşar, yaşatır. İyi de ilişkiler neden düşmanlık üzerine inşa edilir? Kime dönsem sevmez onu. Arkadaşları bile acıdığından görüşür. İğneyi batırdığında onlar da kaçar. Hatta bir kısmı artık çıkarı kalmadığı için terk edip gitti. Güle güle der herhalde, onun da çok umursadığını sanmıyorum. Ne zaman bu hale geldi veya ipini çekmeye ne zaman karar verdi bilmiyorum ama bunu yapmak için beni kullanamayacak. Aklıma bir doğumgünü partisinde sarhoş olup anlattıklarını getirmeye çalışıyorum. Kızgınlığımı en çok bu yatıştırıyor böyle zamanlarda. Karmakarışık, zaman - mekan bağlantısı zayıf hatıralar... Ne çok konuşuruz içince... Hatırlıyor mu bilmem ama ben hatırlıyorum. İlk aşkının ölümünden kardeşinin yurt dışına kaçışı arasında gençliğini atlayıp bir anda büyüdüğünü, onca komik hatıra arasında ekleyivermişti. İlk eşini yatakta birlikteyken yakaladığı o adamı yıllar sonra iş görüşmesinde karşısında bulduğunu söyleyen gözleri ateş saçarken ağzı yırtılacak gibi gülüyordu. Evi soyan hırsızı yakalıyacam diye kırdığı camın sıyrıkları bugün bile alnında çilek üstü gibi nokta nokta parlarken o adamın surat ifadesini taklit ediyordu. Sokakta yediği dayak yüzünden hastanede yattığı 13 günü hatırlamadığını, ama kalkınca duyduğu ilk haberin işinden kovulduğu olduğunu fıkra gibi sunuyordu. Geçmişini anlatıp kahkahalara boğulurken gözlerinde yaşlarla aslında ağlayordu. Anlattıklarını o yarı yaşlı yarı kanlı bakışlarında yaşadığını görmeseydim gerçekliğine asla inanmazdım. Gece biterken buruk ve yerdeki taşları sayar gibi geziniyordu o bakışlar ve bir sarhoşun yarı baygınlığına sığınıp gizleniyordu... Belki bu yüzden kendini sürekli çöküşe götüren bu adamı hep affediyordum. Küçük büyük herşeyde yarattığı infazlarını etrafına ve bana zarar vermeyeceği boyutlarda tutuyordum.

Odadan çıkıp kahve almaya gidiyorum. Hiçbir şey olmamış gibi ve içim bomboş.. Yanından geçerken ister istemez bakıyorum. Boş boş monitöre bakıyor. Bilgisayarının tuşları üzerinde elleri ama kıpırdamıyor. Merak ediyorum neler olup bittiğini ama soramıyorum. Odama döndüğümde oturduğum yerde sadece sessizlik var, göremiyorum onu.

Öğle tatilinden döndüğümde içeride tanımadığım bir sessizlik hakim. Arada fısıltıları dolaşan bir sessizlik... Herkes tam kadro orada ve ben odama yürürken beni izliyorlar. Tamam merak ediyorum ama önce eşyalarımı bırakayım. Derken bir de bakıyorum oda ters yüz olmuş! Masam yan devrilmiş, laptop kitaplığın yanında tuz buz olmuş ekranıyla bana bakıyor. Koltukta masamda bıraktığım kahvelekesi yere düşmüş fincanın ağzındaysa kan var. Sehpa kenarından çatlamış... Daha fazla bakamıyorum, sanki bir film karesine girmişim gibi durduğum odaya. Hışımla çıktığımda "neler oldu burda" dememe kalmadan beni alıp sakinleştirmeye çalışıyorlar. O anda dikkat edince Dayı'nın olmadığını görüyorum. Kalbim fırlayacak gibi, dayanamayıp sövmeye başlıyorum. Ellerim, içim, sesim her yerim titriyor. Bu kaldırabileceğimden çok fazla. Fazla demek az bile. İleri gidemeden anlatmaya başlıyorlar. Birileri gelmiş buraya. İyi giyimli iki adam ve bir kadın. Dayı'yı sormuşlar. Tuvalatten çıkarken görüp bir hışımla odaya çekmişler. Kapı kapanmış, sonra da kıyametin çivisi kopmuş. Bağırışlardan anlaşılmış bir "kız meselesi" olduğu. Adamlar on onbeş dakika sonra hiçbir şey olmamış gibi çıkıp gitmişler. Dayı üstü başı yırtık alnından kanlar süzülerek atmış kendini dışarı. Bir iki soruyla bizimkiler ağzından laf almaya çalışmış. Susmuş, yüzünü temizleyip çıkıp gitmiş öylece.

Dondum, anlamadım nereye gider, niye gider? ... Kimse bilmiyor. Tek bildikleri Dayı'nın bir daha dönmemek üzere gittiği. Ben biliyorum!  Mutsuz bir adam için ileri gitmenin sonu olmadığını. Her fıkranın altından bir hikaye çıktığını. Kızgınlıktan, üzüntüden tüm hayatına su içer gibi zarar verebileceğini. Kendini her cezalandırdığında bunu hak ettiğine bizim bakışlarımızdan ikna olduğunu. Başlangıç noktasını kaybettiğini ve artık bulmayı umursamadığını.

15 Eylül 2009 Salı

Bebek

Hastaneden girince burnuma keskin dezenfaktan kokularına karışmış bir havasızlık gelmişti. Doğumhanenin olduğu kata çıktığımda koku bir parça hafifledi, yine de ağırlığını üzerimde taşıyor ve bir türlü hastalıklarla dolu bir binayla yeni başlayan bir hayatı bağdaştıramıyordum. Annenin olduğu odaya girdim. Doğum yeni bitmiş o da yarı baygın ve çokça bitkin yatağına getirilmişti. Kapıda mavi bir kurdele, kenarda cicilerle hazırlanmış bebek yatağına inat benim gözüme başucundaki oksijen girişleri ve serum ayağı çarpıyordu. Şu anda hiçbiri kullanılmıyordu ama onlar gözümün önünde oldukça nefesim daralıyor, içime çektiğim her solukta koltuğa biraz daha gömülüyordum.
Aklıma sevdiklerimin ameliyatları ve hastalıkları geliyordu. Koridorda gözyaşı döktüğüm bir arkadaşım, yan tarafımda çocuğu iyileşsin diye sessiz sessiz dua eden kadını düşünüyordum.
Birden içeri girdi kucak.. daha ne olduğunu anlamadan yatağına bırakıp gitti hemşire. Herkes başına toplandı. Biri dönüp uyardı bırakın bi nefes alsın, der gibi. Ortalıktan telaş silindi, odadan çıktı birkaçı.
Bekledim biraz boğulmam geçsin diye. Tüm ağırlığımla doğrulup odanın ucundaki yatağın başına gittim.
Birden o ana kadar hiç düşünmediğim bir şey geldi aklıma: neresi bana benziyor?....ve geriye kalan herşeyi unuttum.
Onun yüzünü kapatmaya çalışan ellerine geçirilmiş minik eldivenleri yanaklarını usul usul okşarken henüz şiş ve yarı kapalı olan gözleri çok acemi ve korkak geldi bana. İçimden sadece korunması gerektiğini düşündüm.
Örtüsüyle birlikte kucağıma almaya çalıştım ama o kadar güçsüzdü ki vücudu ellerimin arasında akıyordu. Hemen başını omzuma yasladım ve oturup hafifçe kaykıldı, rahat etti... rahat ettim. hayatımda duyduğum en usul nefes boynuma üflerken mutluluktan gülmek istedim, ama korkar diye gülmedim...gülümsedim.
Onun mutlu olmasını çok istediğimi farkettiğimde o daha benim kim olduğumu ve onu ne kadar çok ve çabuk sevdiğimi bile bilmiyordu.

11 Eylül 2009 Cuma

özlemenin kadın hali

Hayallerinde yolların içinden geçerek uzaklaşıp kuytulara kaçan ruhuna rağmen hala aynı sokakların, aynı arkadaşların ve aynı aynanın nöbetindeyken bir anda telaşa düşmektir. Yolculuktan mahrum kalan kadının sıfatıdır. Böyle zamanlarda geçmişler basar, afakanların arasında. Hatırlamaktır özlemek ve özlemekten sesi kısılır bazen kadınların. O kadar özler ki düğüm düğüm olmuş boğazında tıkanan her kelimenin ardından seslenmekle seslenmemek arasında artık bir fark kalmadığını kendi kendine söyler. İçinden kopup çıkmak isteyen varlığıdır. Güzel özler kadınlar. Eski bir kavuşma telaşını bile özlese özlemek öz-lemektir.

10 Eylül 2009 Perşembe

Sıkıntılı anlarda yapılacaklar

Sokağa çıkıp açık bir alan bulmalı... sonra orada yukarı gökyüzüne bakmalı. Çünkü yukarı bakarken insanın yüz kasları ister istemez gerilir ve ister istemez gülümser insan 
Başını eğdiğinde hala aynı ifadeyi muhafaza edebilmek gerek..

9 Eylül 2009 Çarşamba

Gerçek Damacana


Kim bir kadının yerini tutabilir "o" kadın kadar?
Erkeklerin son zevksizliği bir damacanada vuk'u buluyor (ağustos 2009'un en ses getiren tecavüzü). Kadınlığın onca haline bir de damacana hali ekleniyor.. Vah'lar etsem, ah'lar etsem? Yok! Hala aynı şeyi görüyorum. Zevksizlik sahibi insan ırkının herşeyi kendi kadar çirkinleştirmek için çabası. Ne değişti bin yıllarda...bunca unutkanlık?

Değişim de bir umuttur ama gerçek değildir.  Hep değişeceğini umduğumuz maaşımız, kimliğimiz, çevremiz, yönetimler ve asla değişmeyeceğini zannettiğimiz doğa. Bunun olmadığı herhangi bir medeniyet veya tarih mi var. Bir Silah gider teknoloji gelir; at gider araba gelir; bir dostun gitse 5 arkadaşın gelir... Hal böyleyken kılık değiştiren maddi - manevi tüm dünya düzeni..!..

Önemli mi hep aynı şeyleri yaşayan insalara kaçıncı yüzyılda olduğunun? Hangi kesitinde yer aldığın ya da ne kadar kalacağın? Çağının vampirleri olma meziyetini duyarsızlığında taşıyan yığınlar değil kişiler. Ne farketti dün tecavüze uğrayan kızın yerini damacanaya bırakması. Güdü aynıysa objenin ne önemi var??

Sular sakin, akıntı dipte


Denizin gri hallerinde gemiler bembeyaz.. Zaman zaman yelkenlinin üzerinde zaman zaman iskelede balık tutarken hayal etmek kendini...
Fotoğraflanamayacak görüntüler vardır. Çünkü onlar anda kalamayacak anlatımlar. Akıp gitmeliler su gibi..

Sular sakin, biz sahilde... bu seyircilik hep böyle birşey. Ucundan kenarından tutunduğumuz fotoğraflar, kitaplar, bloglar, dostlar... özlemlerimiz değişmeden aramaya devam edenlerdeniz. Yemek masaları, yatak odaları, sinema salonları, sohbet balkonları...

Racon attığımız şehirler arasında doğadan bahseder çevremizi koruruz biz.  Başkalarıyla başkalaşmamaya özen gösteren diğerleriyiz. Kimsemiz yok ama ekürimiz var. Geceleri gündüzleri zamansızlıkları bildiğimizi iddia eder, ama zamana direnmek, unutulmamak isteriz. Kim istemez ??